6 Aralık 2022 Salı

1899

 



Yayın yılı: 2022

Bölüm sayısı: 8

Benim puanım: 7.5/10


Yılın dizisi olduğunu düşündüğüm Andor'dan sonra pek de yılın dizisi olamayacak, Dark'ın yaratıcıları tarafından çıkarılmış  Netflix'in uluslararası kimlikli, bilimkurgu dizisi 1899'a gelelim. Bence fikir güzel, merakla da sonuna kadar izletti. Fakat işleniş ve aktörler sanki pek olmamış. Önce Matrix gibi vurucu bir aydınlanma yaşatacaklarını düşünerek heyecanla bekleyerek izledim, sonrasında ise bir yere gitmeyeceği zaten 5. bölüm gibi belirginleşmeye başladı. Olduramadıkları noktalardan biri ise tüm dizi bir gemide geçmesine rağmen Netflix España, Netflix USA, Netflix Deutschland'dan falan tanıdığımız bazı aktörleri toplayıp her ülkeden biri var bak, bu gemide her dili konuşuyoruz imajını vermek için gereğinden fazla zorlamalarıydı. Bir bakıyoruz insanlar kendi dillerinde Danca, Almanca, İspanyolca, Portekizce, Lehçe, Fransızca, İngilizce ve hatta hatta Cantonese konuşarak birbirini anlamalarını bekliyorlar. İlk başta bunun Danca ve Almanca arasında sınırlandırıldığını sanıp anlamdırmaya çalıştım, sonra baktım artık yapımcılar da abese kaçarak geyiğe vurmuş; Danca konuşan Tove, Fransızca konuşan Clemence'e haldır haldır bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Yine Çinli kız, Cantonese dilinde konuşarak Polonyalı çocukla aşk yaşamaya çalışıyor. Ne bileyim Elite'deki Guzman, pardon bu dizideki ismiyle sapına kadar İspanyol olan Angel, Krester ismindeki Danimarkalı çocukla aralarında sadece İspanyolca ve Danca konuşarak birbirine hand job yaptılar falan, lol. Anladık, en international dizi sizsiniz, sizi gidi Sense8 özentileri...

Neyse dizinin bilimlikurgulu konusuna gelirsek 1899 yılında değişik milletlerden (yukarıda da özetini uzun uzun geçtiğim gibi) insanlar, Londra'dan kalkan Kerberos isimli büyük bir yolcu gemisiyle New York'a gitmeye çalışıyorlar. Daha önce aynı gemi firmasının Prometheus isimli gemisinin  tüm yolcularıyla 4 ay önce kaybolduğunu ve sırlara karıştığını öğreniyoruz. Kerberos ve Prometheus isimlerinin Yunan mitolojisinden seçilmesi muhtemelen manidardır, fakat ben çok fazla çağrışım bulamadım. Kerberos, yeraltı dünyasında, ölüler dünyasına geçisin kapısını koruyan üç başlı bir köpek, kendisi Hades'e hizmet ediyor. Prometheus ise, tanrılardan ateşi çalıp insanlara getiren ve insanların gelişimini hızlandıran devrimci bir titan. İnsanlara yaptığın bu iyiliğin cezasını ona Zeus, Prometheus'u bir kayaya bağlayıp her gün ciğerini bir kartala yedirerek sonsuz bir işkenceyle ödetiyor. Ciğer rejenere oldukça Prometheus'un işkencesi her gün tekrarlanıyor. Bu açıdan sezon sonuna aslında sürekli tekrarlanan simülasyonla foreshadowing yapmış olabilirler belki.

Dizi karakterler açısından epeyce bol olsa da, her karakterin trajedisini ayrı ayrı flashback'lerle Lost dizisi misali vermeye çalışsalar da maalesef hiçbirinde yeterince vurucu olamadılar ve ben kendi açımdan hiçbir karakterle empati kuramadım. Bakalım bu karakterler kimdi ve hikayeleri kısaca neydi: Ana karakterimiz olan Maura isimli İngiliz bir kadın, öğrendiği tıp bilgilerini  beyin cerrahı olarak pratiğe dökmek için (meğersem o dönemde İngiltere'de kadınlar tıp okuyabilse bile doktor olarak çalışamıyorlarmış) Amerika'ya gitmek istiyor. Fakat asıl amacı Prometheus ile aynı dönemde ortadan kaybolan erkek kardeşini bulmak ve babalarının onlara yaptığı bilimsel deneylerin sırlarını çözmek. Çünkü Maura babası tarafından bir akıl hastanesine kapatılmış ve yediği enjeksiyonlardan dolayı hafızasının büyük bir bölümünü kaybetmiş gibi duruyor. Erkek kardeşinin de babası tarafından benzer deneylere maruz kaldığını düşünüyor. Gemide olaylar ilerledikçe önce ailesini bir yangın faciasında kaybeden Alman kaptanımız, Eyk'le tanışıyoruz (Dark'ta Jonas'ın yetişkinliğini oynayan oyuncu, Andreas Pitchschmann). Eyk, hala bu büyük travmanın etkisinden kurtulabilmiş değil. Sonra Elite'deki Guzman'ı oynayan oyuncunun, gay olduğu için ailesi tarafından dışlanan Angel karakterini canlandırdığını görüyoruz. Angel, abisi olduğunu söylediği ve bir papaz olarak tanıttığı Ramiro'yla beraber seyahat ediyor. Ramiro aslında Portekiz ve Angel'in uşağı ve aşığı. Onun dışında Japon numarası yapan ve geisha olarak yetiştirilmek için, yanlışlıkla öldürdüğü arkadaşının yerine geçen Hong Kong'lu bir kızımız var; Ling Yi. Ling Yi, aslında annesi olan ama Ling Yi'nin hizmetlisi numarası yapan bir kadınla beraber seyahat ediyor. Onlara eşlik eden İngiliz kadın, Ms Wilson ise Ling Yi'yi kandırıp seks işçisi olarak kullanmak istiyor. Yine burjuva sınıfında seyahat eden grupta, savaşta bir subayın üniformasını çalıp arkadaşı Jerome'ye kazık atıp kaçan,Fransız Lucien ve rol icabı evlendiği karısı Clemence var. Jerome de bunların peşine takılıp gemiye binmiş. Bunlara ek olarak, gay oğulları Krester yüzünden başları belaya giren ve mülk sahibi tarafından tecavüze uğrayan kızları Tove ve küçük kızları Ada ile Amerika'ya kaçmaya çalışan dindar bir Danimarkalı aile, geminin alt tabakasıyla beraber seyahat ediyor.  Anlaşılan herkes olmadığı biri gibi davranıp numara yaparak geçmişten kaçmaya çalışıyor bu gemide.

Daniel, Maura ve Eyk (kaynak: Express.co.uk)


1. bölümde Kerberos, okyanusun açıklarındayken Prometheus gemisinden bir sinyal alıyorlar ve kaptan Eyk ve doktor olduğu için ekibe katılan Maura ile küçük bir grup botla Prometheus'a yanaşıp gemiye binerek eğer 4 ayın sonunda hala gemide hayatta kalan bir insan var mı diye incelemeye başlıyorlar. İlginç bir şekilde enkaza dönen gemide bir dolabın içinde sapasağlam ve düzgün giyimli bir oğlan çocuğundan başka birini bulamıyorlar. Bu çocuğu Maura kamarasına götürüyor, fakat çocuk hiçbir şekilde konuşmuyor ve bulduklarında elinde olan bir piramide sıkı sıkı sarılıyor. Bölüm sonunda ise gemiye gizemli bir adam olan İngiliz Daniel'ın bindiğini görüyoruz. Daniel, gemideki bazı kapıları açan hamam böceklerinin sırrını biliyor ve bazı kontrol panellerini elindeki cihazla manipule edebiliyor.Tabii ki Daniel, Maura'ya hemen özel bir ilgi gösteriyor. 

Ta dizinin başında Maura'nın ısrarla düşük yaptığını ve çocuk sahibi olamayacağını söylemeleri bende direkt şüphe uyandırdı ve buldukları çocuğun Maura'nın çocuğu olduğunu ve hafızasını kaybettiği için hatırlamadığını hemen buldum. Bunun dışında gemiye binen gizemli adam, Daniel da bariz Prometheus gemisinde buldukları çocuğa benziyordu. Dark dizisinden beynim yanmış olacak ki Daniel'ın da çocuğun gelecekteki hali olduğunu düşündüm. Meğersem Daniel, Maura'nın kocasıymış da çocukları Elliot'u kaybettikten sonra Maura bu gemi simülasyonlarını icat etmiş ve acısıyla başedemediği için çocuk sahibi olduğunu kendine unutturmuş. Elliot'u bu simülasyonlarla hayatta tutmayı uman Maura, bunu defalarca tekrarlamış. Fakat dizide izlediğimiz simülasyon, Maura'nın 1899 simülasyonunda kayıp olduğunu düşündüğü kardeşi Ciaran tarafından hacklenmiş. Dizide gördüğümüz Eyk, Ling Ye, Clemence ve Tove gibi tüm ana karakterler de geçmişlerini unutmak için bu simülasyona katılan ve yanlışlıkla hapsolan insanlarmış meğersem. Sezon sonunda uyanan Maura, kendini 2099'da bir uzay gemisinde beynine bağlanan bazı elektrodlarla buluyor. Bu aslında Matrix gibi vurucu bir son olmalıydı. Fakat hem karakterlerin derinsizliğiyle, hem her ırktan, her dilden karakter bulalım diye kasmalarından ana hikayeye tüm bu karakterleri bir türlü bağlayamamalarıyla olduramamışlar. Dark dizisinde tüm olaylar ölen çocuğunu zamanda geriye gidip geri getirmeye çalışan bir bilim insanın, realiteyi önce ikiye, dörde sonra ona falan bölerek paradoks üstüne paradoks yaratmasıyla gerçekleşmişti. Herhalde ona selam olsun diye, 1899 dizisinde de oğlunu kaybeden Maura'nın kendi ailesi dahil herkesi bir simülasyona sürüklemesini istemişler.  Benim 2. sezonu izlemeye pek hevesim yok ama yapılan değerlendirmeleri inceleyerek eğer 2. sezonda ucu açık olayları toparlayabilirlerse diziye bir şans daha verilebilir.

29 Kasım 2022 Salı

Andor

 



Yayın yılı: 2022

Bölüm sayısı: 12

Benim puanım: 9.5/10

Neredeyse sıfır beklentiyle başlayıp her anıyla müthiş bir dizi izleme keyfi yaşadığım Andor dizisinden bahsetmek istiyorum. Çünkü hala dizinin fazlasıyla underrated olduğunu düşünüyorum. Harika bir dizi yapmışlar! Dizi Skywalker'ların aile trajedisinden kopup tamamen Star Wars evreninin politik yönüne, bilinmeyen insanların hikayesine ve Rogue One'a temel oluşturacak dikdatörlüğe karşı başlatılan bağımsızlık savaşına, isyancı birliklerin nasıl oluştuğuna odaklanmış. Rogue One'dan tanıdığımız Cassian Andor karakterinin etrafında şekillenen her sahnesi dolu dolu, çok güzel mesajlarla ve hislerle donatılmış müthiş bir dizi çıkmış meydana. Bunu ışın kılıçları, Stromtrooperlar ve patlayan silahları göze sokmadan sadece gerilimi vererek yapmaları, ayrıca takdir edilesi. Yılın dizisi desem abartmış olmam sanırım.

Pek bir politik donanımım olmadan belki yapacağım bu inceleme yavan olacak. Fakat Disney+'da olmasına bazen şok olduğum, epey sol politik görüşe ait mesajları bu dizide gördüm. Buna maden/petrol için sömürülen gezegenler, direkt ABD'deki mahkumların hapishanede yaşadıkları insanlık dışı muameleye gelen eleştiriyi Narkina 5 hapishane bölümlerinde görmemiz, polisin (hikayedeki imparatorluk güvenlik güçlerinin) kullandığı dengesiz güç, yine Latin Amerika'dan ABD'ye kaçak yollarla giren mültecilere gelen eleştiriyi Cassian'ın Niamos'taki tutuklanma sahnesinde izlememiz, işçi sınıfının sömürüsü ve son bölümde gördüğümüz işçi sınıfının açık isyanı ve başkaldırısı da dahil. 

Bunun dışında diğer Star Wars serilerinde pek de görmediğimiz her gezegenin kendi kültürü ve geleneklerinin olması çok güzel bir detaydı. Misal Aldhani'nin keltlere özgü geleneklerle bilimsel olarak basit şekilde bir meteor yağmuru şeklinde açıklanan bir gök olayını, nasıl dini bir bağlamda kutladığını gördük. Aldhani sahnelerinin İskoçya'nın highlands'lerinde çekilmesi ise güzel bir gönderme olmuş. Sonrasında ise tam bir işçi sınıfı gezegeni olan Ferrix'te son derece geleneksel bir cenaze töreni izledik. Tam da o işçi sınıfının doğasına yakışacak şekilde ölen insanların küllerinin bir kiremit haline getirilip bir duvara monte edildiğini gördük. Another brick on the wall... Diziye dair o kadar güzel ve derin detaylar var ki sanırım yaza yaza bitiremeyeceğim. O yüzden hikayeye geçelim:

Aslında hikaye biraz basit ama bunun derinliğini o kadar güzel vermişler ki, dopdolu bir dizi olmuş. Cassian karakterinin, apatik, kendini düşünen ve tüm donanımlarına rağmen birlik savaşını umursamayan bir bireyden nasıl tam bir isyancıya dönüştüğünü ilk sezonda çok güzel işlediler. Cassian, ilk bölümde öğrendiğimiz kadarıyla çocukken Kenari adında teknolojiden uzak bir gezegende yerel ailesiyle yaşarken gezegendeki madenleri sömürmek için gelen imparator birlikleri yüzünden tüm halkının katledildiğine şahit oluyor. Maarva karakteri ki 60 yaşlarında bir kadın olmasına rağmen gördüğüm en badass karakterlerden biri oldu kendisi, Cassian'ı bir isyan halinde yapayalnız imparatorluk gemisine saldırırken bulup evlat ediniyor. Aslında Maarva'nın üvey annesi olması, Cassian'ın Death Star'ın blueprintlerini çalacak kadar aktif bir isyancı olacağı karakter gelişiminde çok önemli bir kilit nokta. Ayrıca Maarva ve Cassian'ın kan bağı olmamasına rağmen ekranlarda gördüğüm en güzel anne-oğul ilişkisini canlandırdıklarını da söylemeden geçemeyeceğim. Klişe dizilerde aşıklara söyletecekleri en güzel sevgi sözcüklerini bu dizide Maarva'nın ağzından oğlu olarak gördüğü Cassian'a söylendiğini duyduk. Misal:

Maarva Andor: Take all the money you've found and go and find some peace.

Cassian Andor: I won't have peace. I'll be worried about you all the time.

Maarva Andor: That's just love. Nothing you can do about that. I've never loved anything the way I love you, and I've never fretted on anything more, but this time... you can't stay, and I can't go. Tell me you understand.

Cassian Andor: I don't.

Maarva Andor: You will. You'll see.

ve Maarva'nın final bölümde Cassian'a ilettiği ve beni epey ağlatan "Tell him I love him more than anything he could ever do wrong" repliği-Of, diyorum sayın seyirciler... Bu arada Maarva, Harry Potter filmlerinde Petunia Dursley karakteriyle tanıdığımız Fioana Shaw tarafından çok güzel canladırılmış:

Maarva, Cassian ve Bee (source: empiremagazine)

İlk bölümde Cassian'ın Kenari'de ayrı düştükleri ve hala hayatta olduğunu düşündüğü kız kardeşini ararken iki tane imparatorluk güvenlik gücünü "yanlışlıkla" öldürmesiyle başladığı kaçış macerasını görüyoruz. Başı belada olduğunu anladığı için Cassian kaçmak için, imparatorluktan çaldığı bir starship parçasını eski sevgilisi ve Ferrix'ten arkadaşı Bix aracılığıyla bir alıcıya satmak istiyor. Ve alıcı olarak serinin diğer en badass karakteri Luthen ile tanışıyoruz. (Buradan Stellan Skarsgard'ın oyunculuğuna tekrar şapka çıkarıyorum). Aslında Luthen'in amacı Cassian'ı direniş birliklerine katmak, fakat o sırada hala bencil emellerle hareket eden Cassian'ı yürekten bu direnişe ikna etmek kolay değil. Bu yüzden Luthen, ilk aşamada ikna için paranın gücünü kullanıyor. Cassian'a eğer onun bir işini yaparsa ve başarılı olursa yüklü bir miktar para vereceğini söylüyor ve bunun garantisi için Luthen'in eski bir jedi knight olabileceğine dair teorilerin internette türemesine sebepl olan bir Kyber kristalini Cassian'a veriyor. Sırf ilk bölümde Luthen'in Cassian'a "senin ufak isyanının eğer birlik olmadığımız sürece hiçbir şeye faydası yok. Eğer gerçekten bu haksızlığı çözmek ve dikdatörlüğü yıkmak istiyorsan birlik olmamız ve kafa kafaya verip daha büyük değişim getirecek şeylere odaklanmamız" tarzı repliğinin olması bile dizinin kalitesini ortaya koymuştu aslında... Böylece ilk arc'ımız olan Aldhani soygunu başlamış oluyor. Luthen, imparatorluğa bir darbe vurup isyancıların ilk mesajını göndermek için Aldhani gezegenindeki imparatorluk darphanesinin soygununu planlıyor. Burada Cassian; Vel, Cinta, Nemik gibi diğer isyancı birliklerle tanışıyor. Vel, Coruscant'ta zengin bir kızken isyana katılmış bir idealistken, partneri Cinta ise çok daha katı, iş bitirici ve çoktan isyanın içinde olan bir kadın. Aralarındaki en genç ve en sempatik eleman Nemik ise hepimizin gönlünü kazandı. Meteor yağmurundan faydalanarak soygundan sonra Aldhani'den kaçısın koordinatlarını hesaplayacak kadar keskin bir zihine sahip olan, 17 yaşındaki Nemik, ayrıca tam bir idealist. Tam bir genç, idealist solcu portresi çizen ve zehir gibi akıllı olan Nemik, bize yazdığı manifestosunu miras bırakıyor. Biraz Nemik'in manifestosuna göz atalım: "The imperial need for control is so desperate because it is so unnatural. Tyranny requires constant effort. It breaks, it leaks. Authority is brittle. Oppression is the mask of fear... One single thing will break the siege. Remember this. Try". Yoda'nın “Do or do not. There is no try.” repliğine karşın Nemik manifestosunda bolca "try" diyor. Çünkü Yoda ve Luke'un aksine Andor ve diğer isyancı birliklerin, işçi sınıfının ve sıradan halkın güvenebilecekleri içsel bir mistik ve telekinezi gücü yani Force'u yok. O yüzden onlar başarmak için önce denemek zorundalar... Nemik ve diğerlerinin fedakarlıklarıyla başarıyla tamamlanan Aldhani isyanından sonra Cassian yine isyana ve birliğe çok ikna olmamış olacak ki annesi Maarva'ya veda edip aldığı paraları alıp kayıplara karışıyor.


Mon Mothma, Deedra ve Kleya'ya burada ayrı bir parantez açmak istiyorum. Mon, klasik liberal bir politikacı portresi çizse de Coruscant'taki Chandrilanların yaşamına ve geleneklerine dair bize ayna tuttu. Mon, Chandrilan geleneklerine göre 15 yaşında gıcık kocası Perrin ile evlendirilen ve yine gıcık ergen kızı Leida ile zengin evinde lüks içinde yaşayan, kimsenin sıkıcı konuşmalarını dinlemediği liberal bir senatör. Fakat bu dışarıya yansıttığı imajı. Aslında Mon, isyancı birlikleri Luthen aracılığıyla finanse ederek güzel giysilerinin, abartılı davetlerin arasında hem bir casus isyancı hem de bir anne olarak kendi savaşını veriyor. En son bölümde, banka hesaplarındaki açıklığı örtbas etmek için hem kocasını kumarla suçlayarak hem de karşı olduğu Chandrilian geleneklerine göre kızını nişanlayarak ailesini feda etmek zorunda kalıyor. Deedra Meero ise Mon'un aksine, erkek egemen imparator sisteminde tutunmaya çalışan içselleştirilmiş patriyarkasıyla tam bir nazi subayı olan bir kadın. Imperial Security Bureau (ISB)'ya Andor ve Luthen'in isyancı hareketlerine dair bir sürü kanıt getirerek kendi içinde içselleştirilmiş faşizmini ve idealizmini yaşıyor. Yine Cassian'la kafayı bozan Syril weirdo'suyla çok garip bir ikili oldular, 2. sezonda dinamiklerini merakla izliyor olacağım. Son olarak Kleya parantezine gelirsek, Kleya Luthen'in antikacı dükkanında undercover olarak beraber çalıştığı ve isyancı operasyonlarını yönettiği iş partneri. (Yoksa padawan'ı mı demeliyiz?). Kleya, aslında Luthen'den de gaddar ve radikal bir isyancı. Bu açıdan Mon'un kuzeni çıkan Vel ile bir tezat oluşturuyorlar.

2. arc'a gelirsek, bir plaj gezegeninde sadece yanlış yerde, yanlış zamanda olduğu için tutuklanan Cassian'ın Narkina 5'daki hapishane sürecini izliyoruz. Aslında bu arc, Cassian'ın isyana karşı bakış açısını tamamen değiştiriyor. Narkina 5, tutuklanma sebebinden bağımsız tüm mahkumları insan haklarına tamamen saygısızca hapsederek ölümüne çalıştırarak Death Star'ın parçalarının inşa edildiği bir hapishane. Buradaki şartları gören Cassian, hapishanedeki isyanda başrol oynuyor. Çalışma şefi Kino'ya diyor ki “I’d rather die trying to take them down than die giving them what they want.” Böylece Kino'yu (Gollum rolünden tanıdığımız Andy Serkis'in  oyunculuk dersi verdiği karakter) ikna ederek hapishanedeki herkesi başkaldırıya yönlendiriyor ve sonunda hapishaneden epik bir şekilde kaçıyorlar. "One Way Out" isimli 10. bölüm bu açıdan cidden dizinin zirvesiydi. Hem Narkina 5'da başlatılan isyan, hem de Luthen'in bölüm sonundaki müthiş tiradı bu zevki bize tatttırdı. Luthen reyizin tiradı için tıklayın:

3. ve son arc'ta ise Maarva'nın cenazesinin gerçekleştiği Ferrix'te, Mon ve Kleya hariç tüm ana karakterler biraraya geliyor. Manidar olarak işçi sınıfının yaşadığı Ferrix'te halkın en açık isyanın temeli atılıyor. Aslında Dedra, Luthen, Cinta ve imparator birliklerinin hepsinin Ferrix'te biraya gelme sebebi, Maarva'nın cenazesine gelmesini bekledikleri Cassia'nı farklı sebeplerden dolayı kapana kıstırmak. Fakat Cassian, halkının yardımıyla Bix'i hapishaneden kurtarırken gözlerden saklanabiliyor. Bu sırada Maarva'nın Bee tarafından projekte ediliği hologramının yaptığı konuşma Ferrix halkını gaza getiriyor ve bir isyan başlıyor. İsyanı başlatan ilk hareketin, Brasso'nun elindeki Maarva'nın küllerinden yapılmış kiremitle bir stormtrooper'u haşat ederek olması ise ayrıca manidardı. Maarva resmen küllerinden doğmuş gibi oldu. Ferrix'teki isyandan sonra Cassian'ın Luthen'e "kill me or take me" şeklinde kendini dönüşümünü tamamlamış tam bir isyankar olarak sunmasıyla da sezonu bitirmiş olduk. Bu blog postunu yine Maarva'nın sözleriyle,  Cassian'ın, Aldhani'den, Niamos'a, Narkina 5'ya ve tekrar memleketi Ferrix dönerek yaşadığı kişisel gelişimini anlatarak bitirmek istiyorum. “Tell him none of of this is his fault. It was already burning. He’s just the first spark of the fire. Tell him he knows everything he needs to know and feels everything he needs to feel. And when the day comes, and those two pull together, he will be an unstoppable force for good. Tell him I love him more than anything he could ever do wrong.”  Teşekkürler, Tony Gilroy.

22 Kasım 2022 Salı

Made in Abyss (Season 1 & 2)

 



Yayın yılı: 2017-2022

Bölüm sayısı: 13 + 1 ova filmi + 12

Benim puanım: 8/10

Merhabalar uzun bir aradan sonra  ilginç bir anime incelemesiyle karşınızdayım. Made in Abyss'e, konusu itibariyle bakarsak, uzak bir adada "abyss" adında derinliği henüz keşfedilememiş bir çukur oluşuyor. Bu çukurun her katmanında ayrı bir ekosistem ve eski uygarlıklardan kalma türlü türlü hazineler var. Bu hazineleri araştıran arkeologlar, ya da mağara avcıları çukurun etrafına zengin bir şehir kuruyor. Fakat çukurun alt katmanlarına inmek değişik yaratıklar ve bitkiler açısından tehlikeliyken, ne kadar derine inilirse abyss'in laneti yüzünden dönmek daha da zorlaşıyor. Ünlü bir mağara avcısı olan Lyza, 10 yıldır geri gelmeyince, onu bulmak isteyen yetimhanedeki ufak kızı Riko, alt katmanlardan geldiği düşünülen robotumsu bir çocukla (Reg) annesi Lyza'yı aramak çukurun en dibine giden bir maceraya girişiyor. Riko ve Reg, her katmanda yeni bir gizemle karşılaşırken bu yolculuk, bir nevi içsel yolculuğa dönüşüyor.


Herkesin tersine ilk sezonun ilk bölümleri daha çok sevdim. Çünkü gizem çok yüksekti ve sonuna doğru inanılmaz şeylerle karşılaşacağımı düşündüm ama beklediğim kadar matah bir şey de çıkmadı (henüz). Özellikle iki sezon ortasındaki filmdeki 5.katmanda karşılaştığımız beyaz düdüklerin sırrı, Prushka karakteri ve The Sovereign of Dawn arkından sonra 6. katmandan çok şey bekliyordum. Fakat buna rağmen ana hikayeye çok fazla da hizmet etmeyen, Lyza'nın akıbetini  hele hiç açıklamayan koca bir filler'dı 2. sezon. 2. sezonda hollow'ların kurduğu bir köye odaklandık; abyss'in derinlerine seyahat eden bir grup umutsuz insan ve aralarındaki tek  çocuğa hollow doğurtup bu ceninlerin etini abyss'in lanetinden korunmak için yiyen, etik dışı bir sürü şeye imza atan bir köy ahalisi ve onların sonunu getiren epey cringe Faputa karakterini izledik durduk. Riko ve Reg bile neredeyse yan karakter kaldı hikayede. En sevdiğim Nanachi karakteri de bir süre Belaf'a esir olduğu için hikayenin dışına atıldı. 2. sezon sonunda Nanachi gibi Faputa da genel ekibe katıldı, sanırım ana hikayeye tek katkısı bu oldu. 
Hikayeye karşı diğer genel negatif feedback'im ise dram yaratmak için sürekli çocukların, özellikle kız çocuklarının psikolojik, seksüel ve fiziksel suistamalini defalarca ve defalarca göstermeleri. Sadece bir karakter olsa, muhtemelen böyle rahatsız olmazdım ve ya da en azından hikaye için oturaklı bulurdum. Fakat benzer hikayeler Nanachi, Mitty, Prushka, Veuko ve Irumyuui üzerinden sürekli tekrarlanınca biraz abes buldum açıkçası. Bu kadar suistimal olmadan ve tekrarlanmadan da genel mesaj verilebilirdi diye düşünüyorum.

İki sezon ve bir uzun film boyunca çok fazla olay olduğu için bu blog yazısında özellikle karakterlere odaklanmak ve bazı bullet point'leri belirtmek istiyorum.
 
Karakterler: 
Riko: 12 yaşındaki Riko, ünlü mağara avcısı Lyza'nın Abyss'in derinliklerinde doğan ve yetimhanede büyüyen kızı. 2. katmanda karşılaştığımız white whistler Ozen'den öğrendiğimiz kadarıyla, aslında Riko lanet yüzünden ölü doğmuş, fakat lanet koruyan bir relic cihazına bedeni yerleştirince tekrar kalbi atmaya başlamış. Gözlerindeki bozukluk dışında Riko'da mucizevi bir şekilde lanetin pek bir görünen etkisi kalmamış gibi. Fakat ilerleyen sezonlarda muhtemelen Riko'nun Abyss'in blessinglerinden biri olduğunu öğreneceğiz. İlk bölümlerde tüm merağı, garip nerd'lükleriyle en sevdiğim karakter kendisi oldu. Fiziksel güçsüzlüğüne rağmen epey crafty biri kendisi, ayrıca her zaman maceranın ve bilinmeyeni öğrenmenin peşinde koşuyor. Bu sebeple ki Reg'i ilk bulduğunda ele vermek yerine bir bilim insanı edasıyla iyice inceliyor. Sonrasında ise Reg'in onun hayatını defalarca kurtarmasıyla perçinleşen güçlü bir bağ oluşuyor aralarında.

Reg: Reg, Abyss'in derinliklerinden gelen fakat Riko'yu üst katmanlarda bir yaratıktan  robotik elinden fırlattığı lazer ışınıyla kurtardıktan hafızasını kaybeden biyonik bir çocuk. Kolları metrelerce uzayabiliyor. Robotik kolundan Abyss'in fiziksel kurallarını bile aşan bir ışın fırlatabiliyor. Fakat ne zaman bu lazer silahını kullansa 10 dakika içinde bayılıyor ve 2 saat boyunca baygın kalıyor. O yüzden her zaman bu silahını çok işlevsel olsa da kullanamıyor.

Reg'in üst düzey bir relic de olduğu düşünülüyor. Riko ile aralarında çok güçlü bir bağ var. Hafızasındaki flashbacklerden de görüyoruz ki aslında Lyza'yı da tanıyor. Anılarından birinde Faputa'ya "haku"sunu yani varlığına hitap eden en değerli şeyi bulmak için üst katmanlara gitmek zorunda olduğunu söylüyor. Bunun muhtemelen Lyza'ya verdiği bir sözle alakalı olduğunu düşünüyorum. Tüm sezon boyunca hollow köyü ve Faputa yerine aslında 2. sezondan bunları öğrenmek isterdim ya, neyse...

Reg, hafızasını kaybetmiş olmasına rağmen son derece empati sahibi ve iyi kalpli bir çocuk. Zarar vermeyi hep reddediyor ama haksızlıklara da içgüdüsel olarak karşı çıkıyor.

Nanachi: Gelelim en sevdiğim karakter, peluş tavşanımız Nanachi'ye. Nanachi bir hollow, yani 6. katmana gidip geldikten sonra insanlığını kaybedip başka bir forma (bu durumda ciddi manada peluş tavşana :)) dönüşmüş bir kız çocuğu. The Sovereign of Dawn ve şerefsiz Bondrewd karakterinin 5. katmana getirip üzerinde deneyler yaptığı yetimlerden biri. Bu çocukların bazıları laneti test edilmek için kullanırken, bir kısmı ise white whistle, yani en üst düzey mağara avcılarının kullandıları kutsal beyaz düdüklere dönüştürülüyor. Düdüğe dönüşen!? çocukların ruhları hala orada hapsolmuş şekilde kalıyor.

Nanachi, laboratuvarda geçirdiği sürede Mitty adında başka bir kızla bir arkadaşlık kuruyor ve Bondrewd onların arasındaki bağı test etmek için Mitty ve Nanachi'yi 6. katmana bir tüp asansör ile gönderiyor. Mitty, bilinçsiz  fakat ölümsüz et yığını bir yaratığa dönüşürken Nanachi Mitty'nin lanetin çoğunu absorbe etmesi sayesinde bir tavşan kürküne sahip oluyor ama bilincini tamamen koruyabiliyor. Daha sonra Nanachi, Mitty'yi laboratuvardan alıp kaçıp yıllarca gözden uzakta kendince bir yaşam kuruyor. Bu sırada Mitty üzerinde bir şeyleri test ederek bir sürü ilaç üretiyor. Bu sayede ki 4. katmanda Riko'nun enfekte olmuş kolunu ve dolayısıyla hayatını da kurtarabiliyor.

Nanachi son derece zeki, empatik, güvenilir ve fedakar biri. Mitty'ye olan özel düşkünlüğüne rağmen 2. sezonda ondan vazgeçip Riko ve Reg'i kurtarmaya koşabiliyor.

Prushka: Bu karakterle ilk sezon ve ikinci sezon arasında geçen OVA filminde yani Fukaki Tamashii no Reimei'de tanışıyoruz. Prushka, 5. katmanda yaşamını geçiren Bondrewd'ün evlatlık kızı. Zavallı kıza aralarındaki baba- kız bağına rağmen Bondrewd, etmedik işkence bırakmıyor. En sonunda kendine yaptığı bir silaha Prushka'nın kalbini koyuyor. Normal şartlarda ölmesi gerekirken Riko'yla Prushka'nın kurduğu bağ Prushka'nın bir white whistle'a dönüşmesine yardımcı oluyor. Faputa, Prushka'nın düdük halindeyken de sesini duyabildiği için onu Hollow köyünde iyice traşlanıp, son şekline ve tam kapasitesine ulaşabileceği robota veriyor. Tekrar biraraya geldiklerinde Riko, Prushka'yı üflediğinde aslında Reg'i activated moda sokabildiğini keşfediyor. Önce Reg'in kaskı, sonra robot ünitesindeki kolları beyaz rengini alıyor ve  böylece Reg tüm robotik özelliklerini full kapasitesinde  kullanabiliyor.
 
Vueko:  Vueko 2. sezonda 6. katmana yolculuk eden bir grup umutsuz insandan biri. Vueko'nun çocukluğunda sürekli olarak cinsel istismara maruz kaldığını biliyoruz. Bundan olacak ki yetişkin yaşlarına erişince Abyss'in derinliklerindeki altın şehire erişmek için hiç tereddüt etmiyor.  Gruptaki Wazukyan, Belaf ve Majikaja gibi diğer karakterlerden ayıran şey yüksek empati yeteneği ve yerel halktan buldukları bir çocuk olan Irumyuui ile aralarındaki güçlü bağ. Vueko bu bağı yaşamındaki en önemli şey olarak görmeye başlıyor.

Irumyuui: Animede dramın bokunun çıkarıldığı karakter bu bence. Irumyuui, Abyss'e inerken Vueko ve ekibinin karşılaştığı yerel halktan bir çocuk. Kısır olması sebebiyle lanetli görülüyor ve halkı tarafından dışlanıyor. Bu sebeple Irumyuui kendini hep eksik hissediyor. Fakat Vueko'ya çok çabuk ısınıyor ve zamanla ikili arasında anne-kız bağına benzer bir ilişki gelişiyor. Taa ki herkes su kaynaklarındaki bir parezitten dolayı bedenlerini deforme eden, ölümcül bir ishale yakalanana kadar...
Gruptaki Wazukyan sinsisi, Abyss'in gözlemcisi olan robotik Interference Unit sayesinde dilekleri gerçekleştiren relic bazı yumurtalar buluyor ve bu yumurtayı aralarında tek kullanabilecek çocuğun Irumyuui olduğunu ve bu çocuğun hepsini kurtarabileceğini iddia ediyor. Vueko'yu bu yumurtanın Irumyuui'nin en derin dileğini gerçekleştireceğini söyleyeyerek ikna ediyor. Bu relic yumurtalar Irimyuui'yi hollow'ların dönüşüm aşamasındaki gibi önce garip bir et yığınına dönüştürüyor ve sürekli bu formda Irumyuui doğum yapmaya başlıyor. Fakat doğurduğu tüm hollow çocuklar birkaç saat içinde ölüyor. Acı içinde çocuklarının yasını tutan Irum (tam ismini yaza yaza yoruldum valla), daha çok hollow doğurmaya devam ediyor. Nedenmiş, bu çocuk kısır olduğu için dışlandığından en büyük dileği buymuş. Bitti mi hayır! O sırada Vueko da ishale yeniliyor ve hastayken Wazukyan ona bir et çorbası içiriyor ve bu çorba sayesinde Vueko ve tüm köy halkı hızla iyileşmeye başlıyor. Çorbadaki et neymiş, öğreniyoruz ki Irum'un hollow bebeklerinin etiymiş! Yuh artık, hasta ruhlu mangaka diyorum!!!

Neyse Irumyuii'nin çilesi yine bitmiyor. Tüm köy ahalisini kurtuluşa götürecek ve lanetten korunacak bir noktaya götüyor devasa hollow haliyle ve burada Irum ile bütünleşen ve haku'sunu ödeyen tüm köy halkı form değiştiriyor ve hollowlara dönüşüyorlar. Bunu reddeden Vueko hariç.. O ise Wazukyan tarafından Irumyuui'nin beyni olacak sinyallerin olduğu vantuzlu çukara hapsediliyor. Bu sırada yine Irum'un avcı yaratıkları yemesiyle korunan köyde, köy halkı yine Irum'u sömürmeye devam ediyor. Ta ki Irum son çocuğu, yani Faputa'yı doğurana kadar...

Faputa: Irumyuii'nin çocukluğuna çok benzeyen Faputa, Irum'un son çocuğu ve köy halkından almak istediği intikamın meyvesi. Faputa tilkiye benzer bir kuyruğa ve pençelere sahip yarı hollow, yarı insan ölümsüz bir kız çocuğu. Hayattaki tek amacı annesinin intikamını almak. Fakat Reg ile karşılaşınca (Reg hafızasını kaybetmeden önce) hayata bakış açısı ve hayattan bulduğu anlam değişiyor. Fakat Reg'e aşırı takıntılı, toksik bir ilgisi var. Reg hafızasını kaybetmeden önce, Faputa'ya köye girmesi için yardım edeceğine söz vermiş. Günümüzdeki Reg ise ne Faputa'yı ne de bu sözü hatırlıyor...

Nanachi, sezon ortalarında bir yerde, gereksiz bir şekilde Belaf'a esir olan Mitty'nin bir klonuyla karşılaşıyor. Onunla olabilmek için Nanachi de esareti kabul ediyor. Belaf ise Nanachi'yi serbest bırakmanın karşılığı olarak Faputa'nın vücudundan bir parça istiyor (what a plot device diyorum :P). Faputa ise sözünü tutması karşılığında pençelerinden birini Reg'e veriyor. Sonra bu sebeple sezon sonunda Faputa, köy halkının haklı olarak ağzına sıçıyor. En son hepsini yiyerek annesinin intikamını alıyor. Vueko da ölerek vicdan azabından ve ızdırabından kurtuluyor. En sonunda bizim ekip Faputa'yı da aralarına katıp yoluna devam ediyor...

Saykedelik öğeler: 

Bu anime bana ışıl ışıl renk paletine rağmen kapkaranlık hikayesiyle biraz Puella Magica Madoka'yı anımsattı. Çok değişikli saykedelik ve rahatsız edici öğeler var; garip peluş hayvanlara ve yaratıklara dönüşen deforme olmuş insanlar, kesip biçerek işkence edilen çocuklar, göbek deliğinden bıçak sokulması, sürekli bebek doğuran yaratık çocuk, lanetle et yığınına dönüşen çocuklar, sürekli rahatsız edici ve gore sahneler bol bol mevcut.

Trigger warning: 

Özellikle vejetaryen ve veganları tetikleyebilecek bolca et yeme sahneleri var. Her yaratığın ve hatta garip ceninin etini yiyorlar.

6. katman gerçeği:
Çok beklediğimiz 6. katmanın girişinde insanlığını kaybedip deforme olan insanlarla dolu bir köyle karşılaştık. Fakat bu deformasyonu bir bedel olarak görüp hayatına görece iyi şekilde devam edebiliyorlar. Köyün genel işleyiş sistemi ise bu Irumyuui'nin kolları ya da vantuzları  olan "balancing system". Her şeyin bir bedeli var. Yani Fullmetal Alchemist'teki simya kuralı gibi eşit takas prensibi. Sanırım bu da biraz Budizm inanışına dayanıyor.  Bir nevi karma...

Bunun dışında hala Riko'nun annesi Lyza'ya ulaşamadık. Sanırım bir 7. katman da karşımıza çıkacak ve Lyza asıl orada olacak...

14 Ağustos 2022 Pazar

The Sandman

 



Yayın yılı: 2022

Bölüm sayısı: 10

Benim puanım: 8/10

Merhabalar. Uzun bir aradan sonra buradayım. Bu süreçte aslında başka blog gönderileri yazmayı düşündüm, hatta bazıları hakkında notlar bile almıştım, ama üşendim. Notlar aldıklarım arasında Fumetsu no Anata E (To Your Eternity) animesi ve Heartstopper dizisi vardı. Onun dışında Otostopçunun Galaksi Rehberi, Binti, İçimizdeki Şeytan ve Olağanüstü Bir Gece kitapları üzerine de yazmayı düşündüm... Bilmiyorum bu blogu düzenli okuyanlar var mı ama eğer varsa ve bu konulardan herhangi biri hakkında blog yazısı okumak istiyorsanız bana ulaşsın. Neyse uzun bir aradan sonra blog post'u tüm gotikliğiyle The Sandman'e kısmetmiş.

Mr. Sandman, bring me a dream (bung, bung, bung, bung)
Make him the cutest that I've ever seen (bung, bung, bung, bung)
Give him two lips like roses and clover (bung, bung, bung, bung)
Then tell him that his lonesome nights are over

The Sandman'i kısaca anlatmak gerekirse dizi rüyalar aleminin kralı Dream of Endless, Morpheus karakteri ve onun güçten düşüp tekrar yükselmesi ve gittikçe insanlaşan evrimi üzerine. Daenerys'in lakapları gibi uzayıp durmaması için kendisine bundan sonra sadece Morpheus diyeceğim. Zaten dizide de sıkça Dream ya da Morpheus olarak anılıyor.  Morpheus ayrıca bildiğimiz gibi Yunan mitolojisindeki rüyalar tanrısının da adı. Morpheus, nam-ı değer Sandman, rüyalar aleminin hem mimarı hem de kralı. İnsanlar uyuyunca onun alemine geçiyor ve burada Morpheus'un hayat verdiği rüya ve kabuslarla karşılaşıyorlar. Bu arada rüyalar ve kabuslar da hepsi ayrı ayrı karakterler aslında. Morpheus ile özdeşleşen üç eşyası var, bunlar kum dolu bir kese, bir yakut ve bir miğfer. Bunlar aynı zamanda Morpheus'u en güçlü haline de taşıyor. Rüyalar aleminde sadece kabuslar ve rüyalar da yok; eskiden insan olan öldükten sonra öteki tarafa geçmek yerine Morpheus'un The Dreaming aleminde hizmetkar olan kargalar,  ilk günahkar Abil ile ilk kurban olan kardeşi Kabil (Abel ve Cain) ve kütüphaneci Lucienne de var. Kargalar Morpheus'un gerçek dünyadaki gözü, bir nevi drone kamerası görevini görürken, özellikle Lucienne'in sadakati ve Morpheus'un ona olan güveni de dikkat çekiyor. Ayrıca Morpheus'un Desire, Death, Despair ve Delirium adında kız kardeşleri var ve bunların hepsinin de kendilerine ait domain'i var. Bunlar arasından Death ve Desire dizide daha aktif yer alıyor.

Ana karakter olan Morpheus çok iyi cast edilmiş. İlk başlarda bu adam neden bu kadar poker face ve ruhsuz yahu diye gıcık olmuştum. Fakat adamın ölümsüz bir tanrı olması ve insan işlerine kayıtsız olması aslında çok mantıklı. Fakat buna rağmen duyguları yükseldiğinde sürekli gözlerinin dolması, diğer kardeşlerine nazaran ne kadar insanlaştığını da gösteriyor. Bunun dışında sürekli gelip giden yan karakterlerin bazılarını beğendim, bazılarına o kadar bayılmadım. Fakat genel olarak ölümsüzler Morpheus başta olmak üzere çok iyi kastedilmiş. Death'in insanlar için ne kadar olumsuz bir kavram olsa da sürekli güler yüzlü ve sevecen olması, Corinthian'ın hem korkunç hem karizma olması, Desire karakterinin gerçekten isminin hakkını vermesi... hepsi çok iyiydi. İnsanlar arasında da en son arktaki ana karakter Rose'un arkadaşlarının hepsi gerçekten birbirinden ilginçti. En güldüğüm de gotik kızlardı.

Dizi benim bakış açıma göre üç farklı temel arktan oluşuyor. İlk iki bölüm, Morpheus'un hapsedilmesi, 3-4-5 kaçısından sonra kendinden çalınan eşyalarını araması ve geri alması, 6 filler (fakat gayet güzel bir filler ama), 7-8-9-10. bölümler ise Vortex arkı. En sevdiğim ark Morpheus'un çalınan eşyalarını geri aldığı ve Lucifer Morningstar'la karşı karşıya geldiği ikincisi. Ondan sonra gelen gereksiz 5. bölümü hariç tutuyorum tabii. Ondan sonraki Death karakteriyle alakalı bölüm ise standalone bir bölüm olarak bile çok iyiydi. Bu arada LGBT+ karakterlere ve ilişkilere ayar olanlar olmuş, ölümsüz varlıklarda cinsiyet ve cinsel yönelim aranmasını şahsen saçma buluyorum. Ölümlü karakterlerde de çizgi romandaki karakterinin uyarlamada ana temasını etkilemiyorsa cinsel yönelimlerinin değiştirilmiş olmasını ya da karakterlerin farklı ırktan oyunculara verilmesinin bir önemi olduğunu da düşünmüyorum. Zaten Neil Gaiman dizinin yapımında aktif rol oynamış, eğer adam onay vermese zaten bu şekilde olmazdı. Neyse arklara dönelim;

İlk arktaki Morpheus'un aslında Death'i çağıran büyücü tarafından yanlışlıkla bağlanıp sonra da elindeki eşyaların çalınıp hapsedilmesini hep ilginç hem de dizideki işleyiş açısından biraz durağan buldum. Fakat o gotik hava, Morpheus'un yüzyıl hapsolduğu süreçteki umutsuzluğu ama bir yandan insanları öğrenme istediği yine de çok güzel anlatılmıştı. Fakat ne zaman kaçtı, The Dreaming'e döndü ve Fate'den aldığı bilgilerle çalınan eşyalarını aramaya başladı, dizi benim için asıl o zaman başladı. Geri döndüğünde rüyalar alemindeki şatosunun yıkılmış olması, inşaa ettiği her şeyin yok olmaya yüz tutması güzel bir detaydı. Ayrıca 1910'lu yıllarda gerçekten var olan uyku hastalığı salgını, encephalitis lethargica'yı Morpheus'un hapis olup uyku alemini yönetememesine bağlamaları açıkçası çok hoşuma gitti. Bu arkta bazı yeni karakterlerle tanıştık. Buna Jenna Coleman'ın oynadığı Johanna karakteri, John Dee ve annesi de dahildi. John Dee ve annesi Ethel diziyi ilk arktan bağlama ve diziye gergin hava verme konusunda gayet iyiydi.  Biseksüel Johanna Constantine ise sanki daha iyi olabilirmiş gibi geldi. Sanırım yüzü ne kadar sevimli olsa da Jenna Coleman'ın oyunculuğunu çok beğenemiyorum (Angut Clara!). Hikayeye Johanna, Morpheus'un kum kesesini aldığı kısımda katıldı ve neyse ki çok durmadı. 2. arkta asıl bomba bölüm ise (ve bence dizinin en iyi bölümü) Morpheus'un miğferini bulmak için bir şeytanın peşine takıldığı bölümdü. Burada canımız Brienne Tarth'ımızı canlandıran Gwendoline Christine karşımıza bu sefer de Lucifer Morningstar olarak çıktı ve miğferi çalan şeytanı temsilen Morpheus ile dülloyu kabul etti.

source: The Atlantic

O noktada dedim, tamam Gwen zaten Game of Thrones'tan kılıç dövüşlerine alışık herhalde düelloya kılıçla ve şovalyelikle girişecekler. Unuttuğum nokta bu iki karakterin insan olmamasıydı. O yüzden onun yerine bir nevi roleplaying'i hatırlatan, bir o kadar muazzam sözlü düelloyu izledik. Hele I'm nova'dan sonraki gelen kısımlar ve I'm hope ile biten düello benim için dizinin doruk noktası oldu. Benim gibi tekrar izlemek isteyenler için youtube linkini de aşağıya bırakmak istiyorum:

Gelelim en sevmediğim 5. bölüme. Bu kısımda John karakterinin bir diner'daki insanları esir alıp elindeki büyülü yakutu kullanarak onlara salt dürüst bir dünyada neler olacağını göstermesini izliyoruz. Garip bir şekilde herkes önce birbiriyle cinsel aktiviteye girişip sonra kendilerine zarar verip ya intihar ediyor, ya da birbirini öldürüyor. Bence gereksiz bir bölümdü. Neyse ki ara verdiğimiz 6. bölümde Death karakteriyle tanıştık da dizinin keyfi yerine geldi. Bu bölümde biraz zırladığımı itiraf edeyim, ölümün insanlara sarılarak onları almasını hem güzel hem de üzücü buldum. Özellikle bebeği almaya geldiği kısım epey üzdü. Bu bölümde Morpheus, Endless'lar olarak asıl amaçlarının insanlara hizmet etmek olduğunu tekrar hatırladı ve gücünü tüm ihtişamıyla geri kazanmışken tekrar gerçek amacını da buldu. O açıdan 4. bölümden sonra bu bölüm favorim oldu diyebilirim. 

Son ve en uzun arkta Vortex olan 21 yaşındaki Rose karakteri, aile draması ve etrafında dönenleri izledik. Vortexler, bütün rüyalara giriş yapabilen ve en son hepsini birbiriyle ve gerçek dünyayla çakıştırabilecek güce bir sahip her bin yılda bir doğan fenomon insanlar. Rose'un bunlardan biri olduğunu öğreniyoruz, normalde onu dünyayı kurtarması gerektiği için öldürmesi gereken ama artık daha çok empatiye sahip Morpheus'un çelişkisini de görüyoruz. Bence genel hatlarıyla ve konunun ilginçliğiyle güzel bir arktı ama sanırım bazı oyunculuklardan dolayı bir olmamışlık hissi verdi. O yüzden sanırım daha fazla yazmak istemiyorum bu ark konusunda. Sadece hoşuma giden birkaç noktadan bahsetmek istiyorum. Kabusların ve rüyaların da insanlarla uğraşırken değişmesi ve özellikle Gault kabusunun artık insanları korkutmak yerine onlara ilham vermek isteyen bir rüya olmak istemesi gayet güzel bir detaydı. Değişim rüzgarına kapılan Morpheus da the Dreaming'i tekrar inşa ederken bu istekleri göz önünde bulundurdu. En son diziyi egosu incinen Lucifer'ın savaş ilanıyla da güzelce kapattık.

Genel olarak başarılı bir dizi olmuştu. Çizgi romanını okumama rağmen gayet eğlenerek izledim. 2. sezonu da bariz gelecek gibi gözüküyor, o da güzel bir haber.


7 Mayıs 2022 Cumartesi

Doctor Strange in the Multiverse of Madness

 

source: nl.disney.be

Yayın yılı: 2022

Süre: 126 dakika

Benim puanım: 8/10

Burayı bayağı boşladım ama cancağızım Doctor Strange filmini izledikten sonra hiçbir şey yazmasaydım ayıp olurdu. İlk Doctor Strange filminin trailer'ını sayısız defa izlemiş, Wandavision dizisinden sonra ikinci favori karakteri Wanda Maximoff olmuş biri olarak bu filmi uzun süre bekliyordum. 

Bazı eleştirilerin aksine filmi bayağı beğendim. Fakat Wandavision'ı izlemeden bu filmi izlemenin yanlış olacağını düşünüyorum. Çünkü film direkt Wandavision'ı bıraktığımız yerden direkt devam eden ve Wanda'yı merkeze alan bir psikolojik dramayı konu alıyor. Eminim en güçlü kim tartışması yapan, klasik bir Marvel filmi bekleyenleri memnun etmeyecektir.  Bunun yanı sıra tüm Wandavision boyunca Doctor Strange'in çıkıp gelip aktif bir rol oynamasını bekleyen biri olarak bana bu film gayet hitap etti. Ayrıca en favori karakterim Doctor Strange olmasına rağmen Wanda'nın bu kadar odakta olmasından şahsen hiç rahatsız olmadım. Sonuçta Marvel her karakter filminde diğer karakterlere de ağırlık vererek bir denge sağlamaya çalışıyor. Filmin Wandavision 2 gibi olup Doctor Strange'in cameo yaptığını söyleyen eleştirilere de tam katılmıyorum. Biraz 55% Doctor Strange, 45% Scarlet Witch filmi gibi olmuş diyebiliriz. O yüzden Wanda hater'larına burada yer yok. Tek  büyük eleştirim Steven ve Christine ilişkisinin altının pek doldurulamaması. Bir de filmden bayağı 1 saat falan kesmişler, keşke kesmeselermiş... Bu haliyle bile film helalinden 8/10 olmuş bence, ama uzun versiyonu muhtemelen daha iyidir. Genel yorumlardan sonra geçelim spoiler'lara:

Film at kuyruklu bir Doctor Strange variant'ı ve bize ilk kez gösterilen America Chavez karakterinin dev bir ahtapot demon tarafından kovalandığı sahne ile başlıyor. Alt Dr. Strange, America'nın gücünü çalmak isteyen ahtapot demon'ı alt edemeyince, America'nın gücünü kendisini çalıp karanlık güçlerin eline geçmesini engellemek istiyor. Fakat bu America'nın ölümüne sebep olacağı için America karakterinin Strange'e güvendiği için yaşadığı hayal kırıklığını görüyoruz. Sonra Strange birden uyanıyor, ve meğersem her şey rüyaymış. Sonraki sahnede Strange'i eski sevgilisi Christine'in düğününe giderken görüyoruz, ve bam rüyasındaki ahtapot yeniden saldırıyor ve America adındaki kız da orada! Bu yırtık dondan gibi birden ortaya çıkan America adındaki Meksikan melezi ergen kızın hikayeye dan diye katılmasını önce anlamlandıramadım, ama sonraki açıklamalarda bu kızın alternatif evrenlerde yani multiverse'te seyahat etme yeteğine sahip olduğunu anlayınca bu birden ortaya çıkması çok da saçma gelmedi. Çünkü sonuçta farklı evrenden biriymiş, daha önce karşımıza çıkmaması normal... Ayrıca America karakterini oynayan 16 yaşındaki Xochitl Gomez çok tatlıydı, o yüzden haydi affettim.

source: Gameradar

Bu karşılaşmadan sonra supreme sorcerer Wong ve Strange kızı Kamar Taj'a götürüyor ve aralarındaki konuşmalardan sonra kızı alternatif evrenlerde sürekli kovalayan demon'ın üzerindeki rune'ların witchcraft olduğuna karar veriyolar ve Wanda'dan yardım istemek için Strange'i Wanda'yla konuşmaya gönderiyorlar. Burada Wandavision'da gördüğümüz, mindcontrol ile kasabayı esir alan Wanda'nın bu olaylardan sonra hala çocuklarını rüyasında gördüğünü ve depresyonda olduğunu görüyoruz. Rüyaların alternatif evrenlerin yansıması olduğunu bilen Wanda bu konuda iyice hüzünlü, çünkü bir yerlerde çocuklarıyla mutlu olduğunu biliyor ama o hayatı yaşayamadığı için daha da acı çekiyor. Bu arada parantez açarsam, eğer rüyalar gerçekten alternatif evrenlerin yansımasıysa ben ayvayı yemişim, çünkü rüyalarımda bayağı garip hayatlar yaşıyorum. Eğer üşenmezsem birkaç rüyamı buraya da yazmak istiyorum. Neyse konumuza dönelim; Zaten filmin muhtemelen ilk 15. dakikasında filmin antagonisti olan Wanda direkt kendini ele veriyor ve Darkhold tarafından zehirlendiğini ve direkt America'yı ele geçirmek için ahtapot demon'ları kendinin gönderdiğini itiraf ediyor. Bu noktadan sonra Wong'un artık sorcerer supreme olduğu Kamar Taj, Doctor Strange'in de yardımıyla Scarlet Witch'e karşı bir savaş başlatıyor. Wanda ilk başta sadece kızı ona verirlerse kimsenin zarar görmeyeceğine söz veriyor. Ama eğer kızı ona vermezlerse, karşılarında Wanda'yı değil, Scarlet Witch'i bulacaklar. Yani tek bir ergen kızı feda ederlerse, başkalarını kurtabilecekleri klasik hikayelerde geçen kurban çocuk temasına gidiyor olay. Enter Greek mythology, enter Iphigenia. Bence bu temada yine de güzel işlenmişti. 

Wanda'nın kendi mutluluğunu geri almak için ne kadar ileri gidebileceğini bu filmde gördük. Çünkü eğer olur da America'yı öldürüp kızın güçlerini çalıp da alternatif evrene erişebilirse çocuklarına sahip olmak için o evrende çocukların gerçek annesi olan kendi variant'ını da öldürmeyi göze almış. Zaten bunu farkeden Doctor Strange direkt Scarlet Witch'e karşı gard alıyor. Elizabeth Olsen'ın Wanda'nın karanlık yönünü yansıtan bu zor rolün üstesinden güzel geldiğini düşünüyorum. Hatta Wanda, Scarlet Witch tapınağını bulup tahtına oturunca "hail dark queen!" diye bağırasım geldi. 'In place of a Dark Lord you would have a Queen! Not dark but beautiful and terrible as the Dawn! Treacherous as the Seas! Stronger than the foundations of the Earth! All shall love me and despair!'...

source: Bam Smack Pow

Wanda'nın ayna yansıması olarak ise tam tersi evreni korumak için son derece ileri gidebilip yine kendini karanlık tarafa teslim edebilecek olan bir Doctor Strange temsil edilmiş. Çünkü alternatif evrenlerden birinde Professor X önderliğindeki Illuminati grubunu ve kendince evreni kurtarmak adına Darkhold tarafından corrupt edilmiş bir Evil Strange'i görüyoruz. Kesilen sahnelere bu açıdan daha çok üzüldüm. Çünkü misal Dark Doctor Strange'in "Things just got out hand" repliğini bu filmde göremedik. Sadece bu konuşmayı alt_Avenger'ların (aka Illuminati) ile konuşmasından anladık. Ben şahsen daha çok Dark Strange görmek isterdim. Çünkü bizim Strange ile colliding evrendeki Dark Strange'in müzik notalarıyla olan dövüşü gayet hoş olmuştu. O sahneler için yönetmeni tebrik ediyorum. Yine Strange'in ne kadar ileri gidebileceğini ve ne kadar karanlıklaşabileceğini Scarlet Witch'in elinden America'yı kurtarmak için dream walking yaparak alternatif evrendeki kendi cesedine hükmedebilmesinde gördük. Ben şahsen o necromancy sahnelerinde hem şaşırdım, hem de tav oldum.

source: Newsbreezer

Neredeyse yenilmez klasına gelen Scarlet Witch'i alt etmenin çözümünün de America'nın ona aslında istediğini vermesi ama çocuklarının gözünde ne kadar korkunç birine dönüştüğünü kendi gözleriyle ona gösterilmesine bağlanmasını çoğu kişi klişe bulabilir, ama ben gayet yerinde buldum. Çünkü Illuminati'yi bile yalınayak dream walking haliyle parmak şıklatmasıyla yok eden Wanda'yı güç kullanarak yenmenin başka yolu yoktu gerçekten. Bu arada Wanda'nın bu kadar gereksiz overpower olmasına ve Professor X dahil herkesi parmağının ucuyla yenmesine ilk başta gıcık olduysam da alternatif Wanda'nın masum olduğunu düşünüp anne Wanda'nın ele geçirilen bedenine zarar vermemek için Avengers'ın aka Illuminati'nin tam kapasite saldırmadıklarını düşününce o kısım da oturdu. Filmin sonunda aklı başına gelen Wanda, kendiyle beraber Scarlet Witch tapınağını da yerle bir ediyor ama yine de o son çıkan kırmızı kıvılcımlardan sonra öldüğünü düşünmüyorum. Doctor Strange en son savaştan sonra Christine'e Wanda'nın tüm evrenlerdeki Darkhold'ları yok ettiğini söylüyor ama yüzündeki ifadeye bakılırsa bir tanesi kalmış olabilir...

En son post credits sahnesinde üçüncü gözü açılan Strange ve Clea'nın karşılaşması merak yarattı. Benedict Cumberbatch Strange'i oynadığı sürece şahsen yeni filmleri merakla beklerim.

31 Ocak 2022 Pazartesi

The Man in the High Castle: Season 1

 


Yayın yılı: 2015-2019

Bölüm sayısı: 4 sezon x 10 bölüm

Benim puanım: 8.5/10

Amazon Prime'dan otuz günlük deneme aboneliği almışken uzun süredir watchlist'imde olan The Man in the High Castle'ı izlemeye başladım. O kadar sardı ki sanırım birinci sezonu üç gün içinde bitirdim. Keşke daha önce izleseydim dedim ama iyi ki izlememişim, bu dönemde daha keyifli oldu. İlk dört bölüm biraz yavaş ve sürünmecedeydi, ama konuyu merak ettiğim için devam ettiğime çok memnun oldum. Benim için bu ocak ayına damgasını vuran bir yapım oldu, o nedendir ki doktora savunmamdan sonra ilk defa bir blog postu yazacak motivasyon buldum.

Konusuna gelirsek; 2. Dünya Savaşı'nın Japonlar ve Naziler tarafından kazanıldığı ve Nazilerle Japonların ortak kurduğu ve dünyayı genel hatlarıyla ortadan ikiye ayıran güçler dengesine sahip, alternatif bir evreni, bir nevi bir distopyayı konu alıyor. Neden direkt alternatif evren dediğime birazdan geleceğim. Savaş sonrasında Sovyetler Birliği'ne ne olduğu çok açıklanmıyor ama 1949'da güya Stalin idam edilmiş. ABD, west coast Pacific Japan ve east coast ise Nazi birliği Reich olacak şekilde ikiye ayrılmış. Detaylar için şu fan yapımı haritaya bakılabilir; Dünya haritası.  Her ne kadar Japonlar ve Naziler birlik içinde gözükse de aralarında soğuk bir savaş var. Japonlar hala emperyal Japonya'nın geleneklerini sürdüren muhafazakar bir hükümetken, Naziler ses hızında uçakları 1960'larda aktif olarak kullacak teknolojiye sahipler. Teknolojideki bu dengesizlik, Japonlarda Naziler tarafından başlatılacak yeni bir savaşta yenilecekleri korkusunu oluşturmuş. Bu sebeple olacak ki Nazi birliğindeki ayrılıkçı güçler Hitler'den kurtulup Japonya'yı vurmak için günlerini iple çekiyorlar.

Ana karakterimiz Juliana Crain, Pacific Japan San Francisco'sunda Japonların hükmettiği bölgede boyunduruk altında yaşayan halktan biri. Her ne kadar Japonca öğrenip Aikido derslerine katılıp yeni düzene adapte olmaya çalışsa da hep bir şeylerin daha iyi olabileceğine inanan bir karakter. Bir gün evden kaçan kız kardeşinin direniş grubuna katıldığını öğreniyor ve polisten kaçan kardeşinin vurulmadan önce ona verdiği bir film makarasıyla hayatı değişiyor. Bu film makaralarının, Yüksek Şatodaki Adam (The Man in the High Castle) lakabında bir adam tarafından dağıtıldığı bilgisi halk arasında zaten dolaşıyor. Hitler, bizzat filmlerin toplantılmasını emretmiş ve filmleri bulundurmak en büyük suç grubuna girmiş. Juliana'nın eline geçen filmde, tarihin aksine, savaşın çok gerçekçi bir şekilde Amerika tarafında kazanıldığı gösteriliyor. Bu sonrasında direkt spoilerları bile okumadan bende The Man in the High Castle'ın başka bir alternatif gerçeklikten bu filmleri yaydığı izlenimini uyandırmıştı. Sanırım yanılmamışım ki dizi diğer sezonlarda başka alternatif evrenleri de konu alıyormuş dizi. Eee benim bu diziyi sevmem için bir sürü kriter de burada bağlanmış ki zaten. Alternatif evrenler, Japonca, distopya, bilimkurgu ve tarihi politik dengeler!

Fakat dizi bir what if kurgusudan öte, polarize olmayan, gayet gri ve gerçekçi ve ilginç karakterlere sahip, politik ve sosyoekonomik düzeni ayrıntı şekilde yansıtan son derece başarılı bir kurgu olmuş. Sanırım bunu sağlam bir temel, yani 1962'de yayınlanan aynı isimli Philip K. Dick'in romanını referans almasına borçlu.  Genel hatlarıyla 1. sezon yorumlası yapmak yerine, çok başarılı bulduğum karakter dizaynlarından topluca bahsetmek istiyorum:

Juliana Craine: Dizideki ana karakter ve maalesef az sayıdaki kadın karakterlerden biri olmasına rağmen pek ilgimi çekmeyen karakterlerden biri oldu. Karakteri canlandıran oyuncu Alexa Davalos, oysa ki çok hoş ve güzel bir kadın. Juliana, dizide hep kardeşinin başına gelenleri anlamak ve onun intikamını almak için direniş grubuna katıldığını söylese de ben onu bunu daha çok kendi hırsı ve kendi bencil emelleri için yaptığını düşünüyorum. Bu açıdan da bir nevi empati kurabiliyorum. Sanırım Juliana'yı en iyi Tagomi tanımlıyordu; aşağı bir göreve tamah etmiş yüksek yetenekli biri, ileride olacaklarda rolü olan önemli bir biri. İlk sezon itabariyle kendisini biraz greater good kompleksli bir karakter olarak gördüm. Ne yapacağını bilmeyen, kafası karışık bir karakter.

Frank Frink: Acaba yazar bu isim ve soyisim kombinasyonunu çok düşündü mü? Frank, Yahudi bir aileden gelen ve bunu gizlemek zorunda olan, sanatçı ruhlu, iyi bir adam. Biraz da Juliana'ya olan sevgisinden ve yumuşak yürekliliğinden ilk sezonda başına gelmeyen kalmıyor. Kendisinden daha da saf iyi olan bir karakter varsa o da silah üretimi fabrikasında beraber çalıştığı arkadaşı Ed'dir herhalde. Neyse, Frank, 1.sezonda olaylar karışmadan önce Juliana'nın beraber yaşadığı erkek arkadaşı.  Neyse, Frank'in tek falsosu ve karanlık tarafını The Crown Prince'i öldürme amacıyla tabanca yapıp küçük bir Japon çocukla göz göze geldiği için bunu yapamadığı sahnede görüyoruz. Yine de iyilik tarafından henüz taviz vermedi. Şahsen yerinde olsam binbir güçlükle elde ettiğim ve kaçmak için kullanacağım parayı Juliana'nın flörtü Joe'yu yakuzadan kurtarmak için de çar çur etmezdim, misal. Bilmiyorum, belki de bu yüzden ilerideki sezonlarda Frank'in daha çok karanlık tarafını görebiliceğiz, bekleyelim görelim.

Joe Blake: Şimdiye kadar en az sevdiğim karakter ise Joe oldu. Tipik bir Amerikalı görüntüsünde, yavşak birisi. Direnişten biriymiş rolü yapan gizli bir Nazi ajanı. Çocuklu bir kadınla ilişkisi olmasına rağmen dizinin başından beri Juliana'ya göz koydu. İlk sezon itibariyle ne yapacağını bilmeyen, hangi tarafta olacağını kestiremeyen bir imaj çizdi (ki sanırım aynı sebepten dolayı Juliana'yla bir empati bağı kurdular). Sanırım daddy issues'tan müzdarip olduğu için John Smith'i bir nevi babası gibi görüyor. Alternatif evrenlerden birini gösteren bir film makarasında Joe'yu Frank'i infaz eden bir Nazi subayı olarak görüyoruz. Sırf bu bile kendisini sevmemek için yeterli.

John Smith:  Gelelim dizinin en ilginç ve en gri karakterine. John Smith, Joe'nun görev aldığı misyonu da yöneten Nazi generallerinden biri. Ailesine aşırı düşkün, babacan bir karakter. Bu yüzden olacaktır ki Nazi generali olarak işlediği tüm suçları 'ailemi korumak için yaptım ve yapacağım' bahanesinin arkasına sığınarak savunuyor. Rudolph ile yaptığı bir diyalogda aslında yaptıklarından pişman ama bunu inkar eden biri olduğu izlenimini verdi. Aslında mükemmel bir Milgram deneyi örneği olurmuş, yani oteriteye itaat için  her şeyi yapabilen ve suçluluk duygusundan bu sayede kaçabilen ama özünde psikopat olmayan biri. Bu kadar fanatik bir Nazi'yken hem kardeşi hem de oğlunun otoimmün hastalığının olması ve engelli olması riskine karşılık otoriteler öldürmeden oğlunu öldürmek zorunda olması ilginç bir karakter dilemması olmuş.

Söylemeden geçemeyeceğim, aktorün tipi neden acaba La Casa de Papel'deki Berlin'e bu kadar benziyor? Oysa teki İspanyol, diğeri İngiliz aktörler..

Tagomi-san:  İlk sezonda en favorim ise bu tonton Japon amca oldu. Nobusuke Tagomi, önemli bir politik figür olan bir Pasifik Japonya'nın ticaret bakanı. Temiz kalpli, hatta bu dünya için fazla iyi diye tanımlanabilecek bir nahiflikte, ama biraz batıl inançlı biri. Çubukları atarak ve meditasyon yaparak hep barışçıl ve iyi niyetli kararlar almaya çalışsa da yaşadığı dünyadaki güçler dengesi yüzünden sık sık bocalıyor. Bana biraz Murakami'nin Kafka Sahil'deki kitabındaki yine tonton, temiz kalpli ve batıl inançlı karakteri Nakata amcayı anımsattı yer yer. Sezon finalinde Juliana'nın kolyesiyle meditasyon yaparken kendini Amerika'nın savaşı kazandığı alternatif evrende bulması biraz komik oldu.

Kempeitai Kido: Kendisine bol bol gıcık olmamıza rağmen (şahsen yuvarlak gözlüklerine doğru okkalı bir yumruk savurasım çok geldi), yine ilginç bir gri tonda olan bir karakter ise Kempeitai polis komiseri, Kido-san oldu. Görevine sıkı sıkıya bağlı olan Kido, biraz kalın kafalı ama ülkesinin iyiliği ve çıkabilecek yeni bir savaşı önlemek için bile bile seppuku yapmayı göze alabilecek kadar da onurlu biri. Bana sık sık Monster animesinde Dr. Tenma'yla kafayı bozan, dedektif polis Lunge'yi hatırlattı. Tıpkı Lunge'nin Tenma'yı takıntı haline getimesi gibi, içten içe suçsuz olduğu bile bile Kido da Frank'i takıntı haline getirdi tüm sezon boyunca.

Rudolph Wegener: John Smith ile savaşın kazanılmasında önemli bir rol oynamış bir Nazi generali. John'un aksine yaptıklarından çok pişman ve bunu inkar etmiyor. O yüzden sezon başında Tagomi-san ile birlik olup Naziler ve Japon İmparatorluğu arasında çıkacak olan bir savaşı önlemek için Japonlar için casusluk yapıyor. Fakat yakalanınca, Naziler arasındaki ayrılıkçı güçler tarafından Hitler'in suikastinde görevlendiriliyor. Bunda da başarısız olunca bizzat Hitler tarafından ailesini korumak için intihara zorlanıyor. Muhtemelen günümüz tarahinde yine bir Nazi generali olan ve Hitler'in suikastinde başarısız olunca gizlice intihara zorlanan Erwin Rommel karakteri esas alınarak yazılan bir karakter.