28 Mayıs 2011 Cumartesi

This is not how I go

Nedense hep ölümümün ilginç olacağını düşünmüşümdür. Şu ana kadar çok ilginç bir hayat yaşamadım ama ölümüm ilginç olacak, biliyorum. Big Fish'teki gibi cadının gözünden görmedim ama biliyorum işte. Başıma tuhaf tuhaf şeyler geliyor hep çünkü, normalde sık rastlanmayacak türden. Mesela geçen gün İzmir'in göbeğindeki yurdumun çıkış turnikelerinden geçerken ayağıma yılan dolanması gibi. Annem abartmıyorsa eğer, öyle ince uzun, kafası yeşil ve gövdesi sarımsı açık kahverengi olan yılanlar; piç yılan dedikleri zehirli bir engerek türüymüş (oha). Eğer beni soksaydı demek ki 3. sayfa manşeti olurdum; "İzmir'in göbeğinde bir engerek tarafından ısırılan F.T. olay yerinde can verdi." diye. Pek de ilginç olmazdı ama en azından farklı olurdu.

İnsanların çoğu hastalık ya da trafik kazası türünden nedenlerle ölüyor. Ben öyle olsun istemem. Gelişim sıradan olmuş (8 saat süren doğum pek de sıradan olmasa da), bari gidişim sıradışı olsun, ne bileyim. Öyle insanların arkamdan "ay aman, salak" diyeceği türden bir kaza olmasın; şu uçakta silikonları patlayan kadın gibi mesela, ya da uyuşturucudan overdose olmak gibi. Fakat skydiving yaparken ya da paraşütle atlarken ölsem mesela güzel olabilir.O kadar dikkatsiz ve dalgın bir insanım ki zaten ecelimle ölmeme gerek kalmadan bir kazaya kurban gideceğim, kesin. Zaten arkadaşlarım hala bir arabanın altında kalıp ölmemiş olmamı bir mucize olarak görüyorlar. İlginç bir kaza olsun ama dediğim gibi, utanç verici olmasın ama değişik olsun. 


Neden bunları yazıyorum bilmiyorum. Ölmek istediğimden değil, daha yapmadığım bir sürü şey varken boku bokuna ölmek istemem. Ölmekten korkmuyorum ama, klasik bir söylev gibi gelecek ama insanların öyle çok da acı çektiğini sanmıyorum ölüm anında. Sadece yapmadığım, denemediğim şeyler için üzülürüm. Ne bileyim en azından Türkiye dışından birkaç yer göreyim. Japonya ya da Avustralya kadar uzağa gitmeden bu İsveç, Hollanda veyahut İtalya olabilir. Bazı kişisel tecrübeler de var daha elde etmediğim; uzun soluklu bir ilişki yönetmek, iş deneyimi kazanmak, kendi paramı kazanmak, kariyer yapmak vs gibi.
Biliyorum, final haftası yüzünden böyle mal mal konuşuyorum ama; şimdi iki gün sonra mal bir şekilde ölsem bunu referans gösterip "Sanki içine doğmuştu!" diye de haber yapabilirler. Bulabilirlerse tabii... Sadece üç kişiye verdim bu blogun linkini, öyle görüp arada uğrayanlar varsa bile taş çatlasa maksimum beş kişi görebilir, onların da aynı zamanlarda görme ihtimali çok düşük.

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Checklist

Yıllardır okumayı düşünüp okuyamadığım, izlemeyi düşünüp izleyemediğim, dinlemeyi düşünüp dinleyemediğim o kadar çok şey var ki. Bir listesini çıkarsam o kocaman utanç tablosu ortaya çıkar.  Şu sırada boş şeylerle uğraşasım var, sanırım çıkaracağım o listeyi. Olmadı sonra devam ederim. Çoğu zaten üniversiteye başlamadan önce dolabıma astığım listedekiler olacak eminim. Bu da utanç tablosunun genişliğini iyice belli ediyor. Belki liste olarak gözümün önünde dururlarsa elerim bir kısmını, kim bilir... Tabii önem sırasına göre olmayacak bu, her zamanki gibi dağınık.

Dizi
- Six Feet Under  
- Battlestar Galactica 
- Fringe 
- Oz
- Friends
- Grey's Anatomy
- Doctor Who
- The Big Bang Theory
- 30 Rock
- Sherlock


Kitap

- Nietzsche Ağladığında
- A Clockwork Orange
- Everything is Illimunated
- Extremely Noisy and Incredibly Close
- Küçük Prens
- Gülün Adı
- Silmarillion
- Yüzyıllık Yalnızlık
- Kara Kule serisi
- Açlık Oyunları serisi
- Game of Thrones serisi
- Dune serisi
- Martı
- Ejderha Dövmeli Kız
- Olasılıksız
- Tutunamayanlar

Film
-Schindler's List
- Godfather
- Goodfellas
- A Clockwork Orange
- Gran Torino
- Shichinin no Samurai
- American Beauty
- The Shining
- Reservoir Dogs
- Dogtooth
- Biutiful


Anime

- Aoi Bungaku Series
- Neon Genesis Evangelion
- Kimi ni Todoke
- Rurouni Kenshin (ova'sını izledim ama normal seri yok)
- Nodame Cantible
- Black Lagoon
- Devil May Cry
- Bokura ga Ita
- Shakugan no Shana
- Loveless
- D.Gray Man

Sanırım annem gibi her şeyi listeleme hastalığına yakalandım...







                                                                                                                                                                                                     


8 Mayıs 2011 Pazar

Ham on Rye

"... Sorun seçimlerini hep iki kötü arasında yapmak zorunda kalmandaydı, ve seçimin ne olursa olsun bir parçanı daha kesiyorlardı. Kesecek bir şey kalmayana dek. İnsanların çoğu yirmi beş yaşında mahvolmuştur. Araba süren,yemek yiyen,çocuk sahibi olan, kendilerine en çok benzeyen başkan adayına oy vermek gibi her şeyi yapabilecek en kötü yapan g.tlerden oluşmuş bir toplum.

İlgi duymuyordum. Hiçbir şeye ilgi duymuyordum. Nasıl kaçabileceğime dair hiç fikrim yoktu. Diğerleri yaşamdan tat alıyorlardı hiç olmazsa. Benim anlamadığım bir şeyi anlamışlardı sanki. Bende bir eksiklik vardı belki de. Mümkündü. Sık sık aşağılık duygusuna kapılırdım. Onlardan uzak olmak istiyordum. Gidecek yerim yoktu ama. İntihar? Tanrım, çaba gerektiriyordu. Beş yıl uyumak istiyordum ama izin vermezlerdi."

İlk defa bir kitabı okurken elime alıp bazı satırların altını çizmek istiyorum. Ekmek Arası öyle bir kitap çünkü. Bazı cümleler var ki insan hep hatırında tutmak istiyor. Dün akşam uçakta başladım. Yanımda yaşlı bir İngiliz çift vardı. İngiliz olduklarını aksanlarından çok, bavullarında yazan "Birmingham- England" yazısından anladım. Ben koridor tarafında oturuyorum, kadın cam kenarında, adam ise ortada. Adamcağız tuvalet gitmek için kalkmak istiyormuş, ama ben kitaba kendimi öyle bir kaptırmışım ki dediklerini duymamışm bile. En son koluma dokundu " just wanna get out of here" dedi. "Haa, sorry" dedim kalktım. Dönünce yine kalktım yer verdim ama hala gözüm satırlarda. "Sorry again, but you're trying to finish the book?" dedi. Güldüm cevap vermeden okumaya devam ettim. Uçak iniş yaptığında 68. sayfadaydım. Topu topu 50 dakika falandır herhalde uçuş, düşün. Uzun süredir bir kitabı böyle okumuyordum, soluksuz sindirip yok edercesine...

Oysa çok eski bir alışkanlığımdı kitap okumak. 9 yaşındayken şu 80-100 sayfalık dünya klasiklerinden günde 3 tane okuduğumu bilirim. Gerçek dünyadan çok sıkılıyordum, sürekli ama sürekli okuyordum. Sanki satırlar arasında kaybolmak ister gibi... Tam bir kitap kurduydum, ta ki liseye kadar. Sonra okuma sıklığım git gide azaldı. Üniversitede neredeyse hiçe yaklaştı, yılda 4-5 kitap ancak okuşumdur son 2 yıldır. Çok utanıyordum bu durumdan. Neyse ki geçen aylardan beri bu alışkanlığımı geri getirmeyi başardım. Önce Bin Muhteşem Güneş, sonra Oda, şimdi de Ekmek arası. Bugün bitecek gibi Ekmek Arası. Finaller de geliyor. Biraz ara verebilirim bu işe sanırım ama daha okumak istediğim bir sürü kitap var.