29 Ocak 2021 Cuma

Quorum Sensing: Bakteriler nasıl iletişim kuruyor?

 

Referans: Evrim Ağacı


Bugünün popüler bilim konusunu aslında çok da uzman olmadığım bir konudan seçtim, çünkü biyolojiyle çok alakası olmayan insanların pek bilmediği bir konu bu. O yüzden daha çok detay isteyenler Evrim Ağacı'nın bu konuyla alakalı yaptığı yukarıdaki videoya ve posta bakabilir. Bakterilerin ve hatta mikroorganizmaların bazı durumlarda bizden zeki olduğunu düşünürüm. Peki doğru düzgün bir çekirdeği ve kompleks organelleri bile olmayan bakteriler nasıl iletişim kuruyor?

Quorum sensing biyolojide genel manada bakterilerin ve diğer mikroorganizmaların popülasyon yoğunluğunu ve gen regülasyonunu tespit edip tepki vermesine deniyor. Bunu sinyal molekülleri salgılayarak kendi türleri ve diğer türleri arasında iletişim kurarak yapıyorlar. Misal patojen bakterileri örnek verelim, tek bir hücre gidiyor ve güzel tutunacak bir matrix buluyor ve diğerlerine de haber veriyor ve biofilm oluşturuyorlar; ya da tek bir bakteri yine gidiyor, sinyal salgılıyor diğerleri biz de buradayız diyorlar ve beraber saldırıyorlar. Bazı bakteriler bu iletişimi zor şartlarda spor formuna geçmek için, nitrojen fiksasiyonunda ya da bilüminans için de kullanabiliyor.  Çok cool değil mi?

Peki bu ne işimize yarayacak diyorsanız, aslında çok işimize yarayabilir. Wikipedia, bakterilerin arasındaki bu iletişimi decentralized tüm sistemlerde kullanabileceğimizi, hatta computing ve robotics alanlarında da uygulayabileceğimizi söylüyor. Biyoloji bakımından konuşursak yeni nesil antibiyotikler bakteriler arasındaki bu sinyalleşmeyi bozup/ bloke edip üremelerini durdurmak (bacteriostatic) için tasarlanıyor. Kontrolsüz hücre çoğalmasının sebep olduğu kanser gibi hastalıkların araştırmasında da çok önemli bir bilgi aslında...

24 Ocak 2021 Pazar

Top 10 anime soundtracks



Pazar gününe bir müzik girdisi güzel olur dedim. Beni twitterdan takip edenler de bilir özellikle 2020 yılında kafayı anime soundtrackleri ile bozdum. Öyle ki 2020'de spotify'ın bana çıkardığı en çok dinlenenler listesinin 90%'ı anime soundtrackleriyle doluydu. Hatta bir ara gaza geldim ve kendi favorilerimle spotify listesi de oluşturdum. Adını da "Top anime betrayals" koydum, isteyen ona şu linkten ulaşabilir:

Top anime betrayals soundtrack list

Kendi listem diye demiyorum bence güzel müzikler var. Neyse normal soundtrackler dışında youtube'da da anime müzikleri için coverlar yapan çok güzel kanallar keşfettim. Bence çok güzel iş çıkarıyorlar,onlar gibi güzel şarkı söyleyemediğim için biraz kıskandım desem yalan olmaz. İlki biraz bilinen bir kanal, ses olarak başarılı ama bence Japonca şarkı söylerken aksanını biraz daha düzeltmeli (adam Norveçli diye biliyorum, yine de çabasına sağlık):

Pelek

Diğeri Koreli bir kız. Bence çok tatlı bir sesi var. Korece ve Japoncanın dil yapısı benzerliğinden dolayı Japonca telaffuzu Pelek'ten çok daha iyi. Bu arada ikisinin ortak yaptıkları pek çok video var. Koreli kızımız için buradan yakalım:

Raon Lee

And last but not the least... Bu kız anime soundtracklerine İspanyolca coverlar yapıyor. Ses, karizma, yetenek hepsi 10 numara.  Özellikle Kimetsu no Yaiba Gurenge coverına bakarsanız ne kadar güçlü bir sesi olduğunu görürsünüz, İspanyolca yazdığı şarkı sözleri de çok başarılı gözüküyor. Çok tatlı birine de benziyor, limitli İspanyolcamla Şili aksanını da ilginç bir şekilde net anladığımı farkettim. Tabi şarkı söylerken daha nötr bir İspanyolca aksanı kullanmaya çalışıyor:

ilonqueen

Neyse konumuz "Top 10 anime soundtracks". Spotify listeme de baktım ve 10 tane seçmek biraz zor oldu, aynı animeden sadece bir soundtrack olmasına dikkat ettim. Aslında bazı animelerde birden çok soundtack favorim var onlardan da bahsedeceğim, buyurum:

10. Kimetsu No Yaiba: Gurenge

Bunun için çok yoruma gerek yok sanırım, interneti kasıp kavurdu geçtiğimiz yıllarda.

9. No Game No Life: This Time

Animesini bitirmemiş olmama rağmen spotify listeme giren bir soundtrack de bu.

8. Digimon: Brave Heart

Nostalji faktörü için ya Pokemon'un ya da Digimon'un bu listeye girmesi lazımdı. Konumuz müzik olduğu için Digimon'unkini bir tık daha fazla sevdiğimi farkettim ve listeye girme hakkını o kazandı.

7.  Kill La Kill: Blumenkraz

Bitch please. Yılın en kötü annesi Ragyo Kiryuin'in tema müziği tabii ki bu listeye girecekti. Burada bir dip not düşerek youtube'daki Paperblossom coverını daha çok sevdiğimi belirtmek istiyorum. Kendisi sanırım anadil olarak Almanca konuşan biri. Belki de doğru telaffuzlara takığım. Neyse o zaman Paperblossom'un kanalına ve coverına da buradan link düşelim: Paperblossom coverı

6. Tokyo Ghoul: Unravel

Popüler animelerin popüler soundtrackleri arasında çok başarılı bulduklarımdan biri de bu. Anime için ise tek söyleceğim: meh.

5. Death Note: The World

Bu bir klasik. Artık 5 numaraya kadar geldiğimize göre aynı anime için honorable mentions kısımları da başlayacak. Bu yüzden The World dışında Death Note soundtracklerinden kapanış şarkısı Alumina şarkısını da çok sevdiğimi belirmek istiyorum.

4.  Mahou Shoujo Madoka Magica: Magia

Beni Kalafina ile tanıştıran bu şarkıyı ilk 3'e taşıyıp taşımama konusunda çok kararsız kaldım ve sonunda 4 numarada yerini aldı.

3. Steins; Gate : Skyclad no Kansokusha

Geldik zurnanın zort dediği yere.. Steins;Gate'in bende yeri çok ayrı. O yüzden sevdiğim soundtrackleri çok var, fakat sanırım bu açık ara favorim. Animede çaldığı anlar ise en epik anlar gerçekten.

Honarable mentions: Hacking to the Gate, Fatima



2. Shingeki no Kyojin: Guren no Yumiya

Zirveye epey yaklaştık... Shingeki no Kyojin epikliğine en çok yakışan soundtrack bu oldu ve yerini başka hiçbir soundtack tutamayacak. Honarable mentions: You See Big Girl, Vogel im Kafig



1. Fullmetal Alchemist Brotherhood: Again

Bunun için söze gerek yok. Gözlerimiz yaşlı, Eduardo ve Arufonso reyiz! Honorable mentions: Rain




21 Ocak 2021 Perşembe

Dr. Stone

 

2021 Ocak ayında 2. sezonu gelen animelerden biri de Dr. Stone. Şu an 1. sezonu tekrar izlediğimiz için 2. sezon hakkında henüz yorum yapamayacağım ama 1. sezon benim için fazlasıyla eğlenceliydi. Hatta 15 yaşımdaki haftalık Bilim Teknik okuru olan ben izlese en favoriler arasına bile girerdi. Bu animede bilim tutkunu bir baş karakterimiz var. Nedeni bilinmeyen bir sebeple tüm insanlar taşa dönüşüyor ve 3700 yıl sonra uyanan Senku bu gizemi çözmek ve diğer insanları kurtarmak için kollarını sıvıyor. 3700 sonra tabi tüm medeniyet ve teknoloji yok olmuş, doğa kendi yolunu çizmiş, tüm binaları otlar ve ağaçlar kaplamış, insanlığın kurduğu tüm maddeler biyolojik ve kimyasal oksidasyonla ayrışmış ve kaybolmuş. O yüzden medeniyeti tekrar kurmak ve bilim ve teknoloji bilgilerini ortaya koyarak 2 milyon yıllık insanlık emeklerini geri almak zorundalar.  Civillization oyunlarını sevenler bu animeyi de sever bence. İlk elektriğin icadı, antibiyotik ve kimyasalların nereden elde edildiği ile ilgili çok bilgilendirici detayları da bu anime sayesinde duyup wikipedia'ya hücum etmek de cabası.

Yan karakterlerden en sevdiğim ise Chrome. Hatta haddim olmayarak bazen Senku bilim reyizden bile zeki olduğunu düşündüm. Çünkü Chrome, ilkel bir toplulukta 2 milyon önceki bilimin bilgi birikiminden habersiz büyümesine rağmen tamamen merağı ve motivasyonuyla bilimin yolunu bulmuş bir karakter. Ruri-nee'ye aşkı da biraz sevimliydi. İlkel toplumun aslında taşlaşma evriminden kurtulan astronotlar tarafından kurulması ve bazı bilgileri yeni nesillere hikayelerle aktarmış olmaları çok güzel bir detaydı. Onun dışında Tsukasa karakteri biraz abartı olmuş, ama tabi sonuçta bir villain'a ihtiyaçları vardı, bunun için de karizmatik ama yobaz Tsukasa'yı seçmişler. Sürekli bağıran Taiju karakterinin de uzun süre kaybolması çok iyi oldu, umarım 2. sezonda da çok görmeyiz kendini. 2. sezonda bakalım neler olacak?

P.S. Tam corona olayları başlamışken sabunun icadıyla ilgili bu sahne bayağı ironik gelmişti:



19 Ocak 2021 Salı

The Legend of Zelda Breath of the Wild

Non-gamer bakış açısıyla The Legend of Zelda Breath of the Wild'dan da bahsetmek isterim. Çünkü uzun zamandır beni bu kadar içine alan bir oyun olmamıştı. Çünkü müthiş bir oyun bu. Ben ki pek oyun oynayan biri değilim ama bu oyunu ilk oynadığımda sadece bakmak için girip 3 gündür yemeden içmeden oynadım. Geçen yaz işten eve gelme motivasyonum olmuştu resmen. Çocukluğumdaki heyecana döndü bu oyunu oynamak. Bir de macera o kadar içine çekiyor ki harcadığım zaman ziyan olmuş gibi de gelmiyor  bazı diğer oyunların aksine.

 Tapınaklardaki bulmacalarla beyin egzersizi yapmışım gibi hissediyorum, kendiminkini çözünce diğer insanların nasıl farklı şekillerde çözdüğünü görünce daha da hayranlık hissediyorum. Genel macerayı takip ederken interaktif kitap okuyormuşum gibi oluyordu, çünkü aşırı zengin bir evren. Hikaye beni fazlasıyla içine çekti, gerçekten dahil olduğumu hissediyorum. Misal atımla aramızdaki bağ güçlendi, bir gün yolculuk sırasında düşmanlarım ona da zarar verebilir diye korkuyorum. Ne zaman tehlikeli bir dövüş atlatsak kendim pişirdiğim yemeklerle canımı yenilerken ona da üzülmesin diye elma veriyordum.

 Mekan dizaynları cgi grafiklerle abartılmamış, ama yine de göz alıcı. Sanki Lord of the Rings anime yapılmış da mekan dizaynı ve fantastik grafikleri Miyazaki çizmiş gibi. En sevdiğim mekanlardan biri akıl almaz bir Japonya weebosu olarak Kakariko köyü oldu. Tam bir eski Japonya köyü, ayrıca köyün tepesinin ardındaki perili çeşme dizaynı ise on numaraydı. Hala oraya dönüp dönüp revive gücü olan perileri topluyorum. Zaten genel olarak fairy fountain/ perili çeşme dizaynları çok iyiydi. Diğer sevdiğim mekan, sonbahar renkleriyle Akkala oldu. Genel olarak dağın tepenin hiçliğin ortasında çıkan ahırları da çok seviyorum. Ve ne zaman pişirme kabı bulsam yemek yapmak çok zevkli!  En sevdiğim aktivite kuleleri tırmanarak haritayı açmak. Bazı kuleler çok zorlasa da (sanırım Akkala'daki epey uğraştırıcıydı), tepeye ulaştığında ve kuleyi Sheikah slate ile aktivite ettiğinde çalan soundtrack ile gerçek bir başarı hissini duyumsayabiliyoruz. Kuş insanların şehri Rito köyü de bence epey gözalıcıydı. Henüz Morocco dizaynıyla Gerudo şehrini kendi oyun ilerlememle göremedim, çünkü dağ taş ormanları kelleştiği yanardağı ve lavların ortasındaki Goron şehrindeki görevinde takılı kaldım ama onu bırakıp Gerudo'ya gitmek cezbediyor. Çünkü hem hikayesiyle hem de mekan dizaynıyla çok ilginç görünüyor Gerudo.

 



Oyunda diğer sevdiğim şey ise Zelda karakteri. Aslında Link’i oynasak da Zelda bu oyunda kalede kurtarılmayı bekleyen zavallı bir kadından ziyade, gerçek bir karakter. Tüm anıları açamadım ama Link’in her açtığı anıyla Zelda’ya biz de tekrar aşık oluyoruz. Zelda için biçilmiş bir kader var ve kral olan babasının ondan beklentisi içindeki gücü keşfedip Ganon’u kilitleyecek büyüyü kullanması. Fakat Zelda bunu başaramıyor ve kendinden bekleneni yapamaması, insanları hayal kırıklığına uğratmasıyla gerçek bir karakterin zayıflıklarını ve güçlerini izliyoruz biz de. Ayrıca Zelda çok yönlü bir karakter, günlüklerinde görüyoruz çiçekleri, böcekleri adeta bir bilim insanı edasıyla inceliyor. Hatta bir ara ancient robotumsu varlıklar olan gardiyanları incelemeye o kadar kafayı takıyor ki asıl yapması gerektiğinden uzaklaştığından babasıyla arası açılıyor. Zelda tipik bir prensesten ziyade bir savaşçı gibi giyiniyor, kılıç kuşanıyor, dört şampiyonla olan arkadaşlıklarını izliyoruz. En son kaderiyle yüzleştiği sahne ise duygusal. Kendi içinde kendini keşfediyor ve aşkını korumak için sonunda kaderini kabullenip kilitli olan gücünü kullanabiliyor.

Gerçekten hem mekan dizaynı, hem macerası, hem oyun zevki, hem de hikayesiyle çok keyifli bir oyun. Hala 1.sini tam bitiremezsem de 2.si için şimdiden heyecanlıyım.

 

16 Ocak 2021 Cumartesi

Yakusoku no Neverland

 


Malum ocak ayında 2. sezonu başladı, bugünün son postu da geçen yılın popüler animelerinden Yakusoku no Neverland serisi üzerine olsun. Konu itibariyle Kazuo Ishiguro'nun Never Let Me Go kitabını hatırlatan gece yatmadan önce moral bozmamak adına izlenmemesi gereken bir anime bu. Mangakının da niyeti bu muydu bilmiyorum ama tam bir vegan propagandası izlenimi veriyor hep bana. Animede et yetiştirme çifliğinde demonlara yemek olmak için yetiştirilen çocuklar var çünkü. Et için yetiştirilen canlılar olsun, boyunlarındaki numaralı damgalar olsun, kulaklarındaki takip çipleri olsun, 6 yaşındakilerin beyin boyutu sebebiyle tercih ediliyor olması olsun adeta tüm detaylar hayvan yetiştiriciliğindeki seri üretime dair bir eleştiriye işaret ediyor. Bunu 2. sezonun açılış jeneriğinde tabaklarda beliren tavşanlar, et yiyen çocuklar ve sonra çocukların tekrar tabakta belirmesinden daha da net anlıyoruz.

--S2E1 ve S2E2 spoiler--

1. sezonda kimsesizler yurdunda mutlu mesut büyüyen çocukların aslında et yetiştirme çiftliğinde oldukları acı gerçeğini öğrenmesini, Norman'ın kaybından sonra da Emma ve Ray'in planıyla sonunda çiftlikten kaçışını izlemiştik. 2. sezonun başında da çocukların dış dünyayı öğrenmesini ve yetiştirme çiftliğinde kitaplara mors alfabesiyle gizli not bırakan Mr. Minerva'yı arayışlarıyla başlıyoruz. Karşımıza dini sebeplerle insan eti yemeyen bir demon tarikatı çıkıyor ve olaylar daha ilginç bir yere taşınıyor. Çünkü bu tarikat sadece insan eti yemekle kalmıyor, diğer avladıkları hayvanları yemek için ise bir dua eşliğinde avın kalbine gupna adını verdikleri bir çiceği saplayarak kandan beslenen tohumun çiçek açmasına göre tanrıdan onay aldıklarına inanıyorlar. Aslında ilk bölümde gördüğümüz çocuğun kalbine saplanan çiçek de gupna imiş. Bu inanış bana islamda hayvan kesiminden önce besmele çekilmesi ve hayvanın kesimden sonra kanının akıtılmasını hatırlattı. Emma, ilk hayvan avında zorlansa da bunu hayatta kalmak için yaptıklarını kendine hatırlatarak güçlü kalmaya çalışıyor. Bu da insanın evrimi süresince hayatta kalmak için hayvanları avladığı ve yediği ama vejetaryen ve vegan beslenme tarzının günümüzde yaygınlaşması ve beslenme bilincinin artmasıyla aslında buna artık ihtiyacımızın kalmadığını hatırlatttı bana.

Bu tanıştıkları demonlardan 1000. yıl önce insanlar ve demonlar arasında verilen sözü (yakusoku) öğreniyoruz. İnsanlar hayatta kalmak adına bu çocuk eti yetiştirme çiftliği fikrini kabullenmiş, bizim çocukların yetiştiği Gracefield çiftliği ise bunlardan sadece bir tanesi. Çiftlikler demonların dünyasında yer alıyor. Çünkü bu ateşkes anlaşmasından sonra dünya demonlar dünyası ve insanlar dünyası olmak üzere ikiye ayrılmış ve aralarındaki geçiş yasaklanmış. Gerçeğin vahametine rağmen kaçtıklarındaki dünyadan tamamen habersiz olan Emma ve Ray artık belirsizliğin bir kısmından dahi kurtulmayla rahatlıyor ve seviniyorlar. Çünkü artık çocukların yeni bir hedefi var: insanların dünyasını bulmak ve oraya gitmek!

The Expanse 4.sezon

 



Zaman yolculuğu ve distopya kadar sevdiğim başka bir tür ise space drama. Bu nedende dolayı konuyu The Expanse'ten açmak istiyorum. Çünkü nedense gördüğüm en underrated bilimkurgu dizilerinden biri. Eğer Battlestar Galactica, Firefly gibi dizileri sevdiyseniz The Expanse'i mutlaka izlemelisiniz. Çünkü sadece uzay ve bilimkurgudan ziyade insanlığın dünya dışına koloni kurması durumuna olası bir distopyada politik dinamikleri de çok güzel yansıtan bir seri. Bu yazımda sadece çok genel olarak 4. sezon ile ilgili görüşlerimi yazacağım, çünkü 5. sezonu izlemek için tüm bölümlerin yayınlanmasını bekliyorum.

4. sezon bence gayet iyiydi. hatta oyunculuklar diğer sezonlardan daha iyiydi, atanamamış Jon snow, James Holden bile bayağı gelişme göstermiş. Amos'u en çok bu sezon sevdim.

Eleştiri olarak da tüm sezonun Ilus gezenine yoğunlaşmasını anlıyorum, hatta bence diğer sezonlardaki gibi oradan oraya zıplamaktansa bu daha oturaklı olmuş. Fakat keşke Rocinante'yi biraz daha seyir halinde görebilseydik. Fakat Ilus'un hikayesini de, şerefsiz yeni karakterleri de beğendim. Benim açımdan tek eleştiri Mars kısmına olurdu, çünkü konuyu son bölüme kadar diğer kısımlara bağlayamadılar. Ki ona da bağlanma denirse... Bobby karakterini de severdim, ama bu sezon biraz gıcık geldi. 5. sezonu izlemek için dört gözle bekliyorum.



Dark

 




Fiction olarak zaman yolculuğu temasına epey düşkün biri olarak 2020'de bitirdiğim serilerden Dark hakkında yazdıklarımı da buraya toparlamak istiyorum.

Son sezonu genel olarak çok sevemesem de sonunu iyi bağladıklarını düşünüyorum. çünkü hikayeyi o kadar gereksiz dallanıp budaklandırdılar ki bir an Lost gibi sonunu tıpaya bağlayacaklar diye korkmadım değil.

--- spoiler ---

Sevmediğim noktalar ise izleyicinin kafasını karıştırmak için olayları non-kronolojik sırayla anlattıkları yetmiyormuş gibi sürekli yaşlı ve genç hallerinin karşılaştırılıp paradoks üzerine paradoks yaratmaları. Bir ara ortada sürekli üç tane Martha, iki Claudia ve en az iki Jonas dolaşıyordu. Adam ve Eva karakterlerinin uzun uzun gereksiz aforizma sıçmaları da sıktı, dikkatli izlenmesi gerek bir dizi olmasa oraları atlayarak izlerdim cidden. Ayrıca akraba içi ensest ilişkilerin de bokunu çıkardıkları için yarık dudaklı doğan Martha ve Jonas'ın oğlunun üç farklı yaştaki versiyonun gerilim yaratmak için sürekli birilerini korkutmasının hikayeye katkısı neydi acaba? Neyse ki olayı en son Claudia'nın çözmesine sevindim, çünkü Jonas ve Martha'dan hayır gelmeyeceği belliydi. Son olarak da geçen sezon Egon karakterine üzülmüştüm ama Hannah'ın hamile olduğunu öğrendiğindeki tipik errrkek tepkileriyle soğuttu. Bu sezon da katharina karakteri hikayesiyle biraz üzdü ama neyse ki sonunda hayatta kalan karakterlerden.


Zamanda yolculuk ve alternatif evrenler üzerine olan hikayelerde çıtam yüksek olduğu için (bkz: Steins;Gate) biraz eleştirsem de ortalama Netflix kalitesinin çok üzerinde bir dizi olarak temiz bir şekilde bitirdi, hakkını vermeliyim.



Probiyotik



Geçmişteki huzursuz bağırsak sendromu/ibs maceramdan sonra probiyotik hakkındaki görüşlerimi de hazır blog yazasım gelmişken burada toparlamak istedim.

Probiyotikler genelde tanımla düzenli kullanımda ibs'i bile bir derece kontrol altına almaya yardımcı olan bağırsak mikrobiyomu dengeleyici bakteri ve mayalar. Tabi şişkinlik ve sindirim problemi yaşamayan insanların fermente besinlerden aldıkları probiyotikler yeterli gelebilir, ama bunu kronik olarak yaşayan insanlar ne dediğimi az çok anlayacaktır. Çalıştığım araştırma grubunda alt kol olarak host microbiome interactions çalışan pek çok kişi var. Cilde topikal olarak uygulanan probiyotiklerde öyle fazla kayda değer etki görülmese bile bağırsaklardaki etkisi yadsınamaz. Bağırsaklarımızda yaşayan mikroorganizmaların etkisi o kadar büyük ki fizyolojik problemlerin dışında depresyona bile sebep olabiliyor. O yüzden eğer sık sık gastroentroloji problemleri yaşayan biriyseniz doktorunuza danışarak düzenli probiyotik kullanımına başlamak mucize olmasa da, fayda sağlayabilir.

Kendi açımdan en çok prebiyotik ve birkaç straini bir arada bulunduran yüksek dozda probiyotik içeren ürünleri çok daha başarılı buldum. Özellikle sadece lactobacillus'un 2-3 çeşidini içerenlerdense 4 çeşit bifidobacterium ve 4 çeşit lactobacillus'un yanında prebiyotik (fructo-oligosaccharide) de içeren bir ürün buldum. Fiyat olarak diğerlerinden biraz pahalı olsa da, etkisi bence daha iyi.

Kendi kullandığım markayı belirtmek istemiyorum, ama 8 çeşit ( 2 farklı genera lactobacillus ve bifidobacterium olmak üzere) totalde 20 milyar (cfu) probiyotik strain içeriyor. Fakat birkaç kaynaktan okuduğum kadarıyla bu zaten günlük kullanım için önerilen üst sınır. Bana iyi gelen probiyotik sizde bir etki yapmayabilir veya iyi gelmeyebilir. Sadece örnek olarak verdim. Amaç birbiriyle iyi bir sinerjide çalışacak farklı bakteri ve maya cinslerinin yüksek dozda olması ve bunun günde 20 milyar cfu dozu her ihtimale karşın geçmemesi. O yüzden alacağınız probiyotikten 10 milyar (10x 10^9) civarı ya da yakını total dozu arayıp birkaç farklı cins mikroorganizma içermesine dikkat edebilirsiniz.

Seborreik dermatitis


Cilt bakımı serisine daha önce araştırdığım ve başka bir platformda derlediğim bu spesifik soruna dair postu buraya taşıyarak devam ediyorum. Öncelikle dermatolog, eczacı ya da bu konuda herhangi bir uzmanlığım olmadığını belirtiyor ve sadece tüketici olarak araştırmalarıma dayanarak bunu yazdığımı söylemek istiyorum.

Bunu kendim yaşamasam da yıllarca bu probleme sahip biriyle yaşadığım için ve az çok mikrobiyolojiden de anladığım için sanırım hakkında 3-5 kelam edebilirim. Genelde saç derisinde, alında ve burun çevresinde kızarıklık ve döküntü olarak baş gösteriyor. Tetiklenme sebebi tam olarak bilinmese de stres genel bir etmen. Bu durumlarda ciltte malassezia mantarı aşırı çoğalıp bu tür komplikasyonlara yol açabiliyor. Kesin tedavisi maalesef yok, ama kontrol altında tutmak mümkün. Muhtemelen yüz kere yazılmıştır ama saçtaki kepek sorunu için en etkili çözüm aslında atak dönemlerinde antifungal ketoconazole etken maddesini içeren klinik şampuanları kullanmak, ama sanırım bu pek çok ülkede reçetesiz satılmıyor. Onun yerine reçetesiz satılan şampuanlarda selenium sulfide içeren Vichy Dercos veya zinc pyrithione içeren Ducray Kelual DS şampuanları da alternatif çözümler. Genelde atak dönemlerinde bu şampuanları 2 hafta aralıksız kullanıp problem çözüldüğünde de haftada 2 kere kullanıma düşerek önlem olarak kullanmak tavsiye ediliyor. Genelde bu probleme yönelik ürünler eczanelerde DS serisi olarak satılıyor zaten. Eczacınıza söylerseniz yardımcı olurlar.


Gelelim cilt problemlerine, takip ettiğim birkaç dermatolog, atak döneminde saç derisi için kullanılan şampuanlarla haftada birkaç kere yüzünüzü de yıkamayı tavsiye ediyor. Ama şampuanla yüz yıkamanın yıpratıcı etkisinden korkuyorsanız bazı dermokozmetik markaların ds serileri piroctone olamine içeren yüz yıkama jelleri ve nemlendirici kremleri de satıyor. Bildiğim kadarıyla Ducray Kelual DS serisinin yüz yıkama jeli ve kremi de var. Onun dışında La Roche Posay Kerium DS serisi de var. maalesef tedavi amaçlı kullanılan ürünlerin çoğu dermokozmetik olduğundan deneysiz değil, bu da ayrı bir yönü.

Atak olmayan dönemde ise kullandığınız kremlerde ve cilt bakım ürünlerinde malassezia tetikleyici olmamasında dikkat etmek lazım. destek olarak propolis içeren topikal ürünler de güzel olabilir, örneğin Benton Aloe Propolis Soothing Gel. Şimdilik benden bu kadar, umarım birilerine faydası olur.

Cilt bakımı



Bu postu da son zamanlarda (2019 güzünden beri özellikle) takıntım haline gelen cilt bakımına adamak istedim. Psikopat gibi bir sürü cilt bakımı üzerine bir sürü youtube ve instagram hesabını takibe aldım. Kendi çapımda da araştırmalar yapıp (abartmamaya çalışarak) ürün deniyorum. şahsi kanaatim her ne kadar özellikle Kore ve dermokozmetik marketi sürekli yeni ve çekici ürünler çıkarsa da cilt bakım rutinini minimal tutup sadece ihtiyaca yönelik birkaç ektra ürün eklemek. bu arada bloggerların dediği gibi eklemek istiyorum; dermatolog, kosmetolog, eczacı ya da estetisyen değilim ama işin bilim kısmını hesaba katarak anlatan hesapları daha çok seviyorum, çünkü o konuda az da olsa bilgim var (biyoteknoloji üzerine doktora yapıyorum). Bu aralar çok beğendiğim ve onları izleyerek/okuyarak öğrendiğim hesapları da buraya bırakmak istiyorum (Türkçe ve İngilizce olanları ayırdım);


Türkçe:

çisem çakır/naturally serein: Beni ilk cilt bakımı merakına bulaştıran Çisem'in youtube kanalı. didaktif anlatımıyla, bilimsel referanslarıyla ve ayrıca kişisel tatlılığıyla Türkiye'den favorim kendisi. Buradan da teşekkürlerimi iletmek istedim, umarım bu işe hep devam eder.

eczabakim: Bildiğim kadarıyla kendisi eczacılık yeni mezunu ve cilt bakımı alanına özellikle meraklı. özellikle dermokozmetik alanında önce sebeplerini açıklayarak şikayetlere ve cilt tipine yönelik güzel tavsiyeler veriyor. Son zamanlarda hesabı biraz sıktı, zaten kendi de başka yerlere yöneldiğinden boşladı ama yine de içerik bakımından bakmakta fayda var.

bollove beauty/ Ceyda sinağ: Sektördeki tecrübeleriyle ve kişisel yaklaşımıyla güvenilir bir hesap. ayrıca çok tatlı bir insan.

kozmetik notları: Sema hanım hem k-beauty hem de dermokozmetik trendlerini yakından takip eden bilinçli bir tüketici. yorumları sade ve anlaşılır.

İngilizce:
İngilizce hesapları instagramda çok takip etmiyorum ama youtube'da birkaç sevdiğim hesap var.

Hyram/skincarebyhyram: İngilizce cilt bakımıyla ilgili içerik konusunda youtube'da bu arkadaş favorim. yaşı genç olmasına rağmen epey bilgili ve heyecanlı konuşma tarzını eğlenceli de buluyorum. ınstagramını takip etmiyorum ama anladığım kadarıyla youtube kadar aktif kullanmıyor onu.

mixedmakeup/Susan Yara: Genelde Harper's Bazaar kanalındaki ünlülerin cilt bakımı rutinine reaksiyon videolar çekse de yıllardır güzellik enstitüsünde çalıştığı için alanında bilgili bir youtuber daha.

Liah Yoo: Krave Beauty'nin de sahibi olan Koreli bir kızımız. ürünlerini denemedim ama içerikleri çok iyi gözüküyor. özellikle Hyram'ın da övdüğü kale-lu-yaha aha/bha ürününü ve great barrier relief kremini merak ediyorum. youtube kanalında biraz monoton ses tonuna pek tahammül edemesem de instagram hesabını takip ediyorum. sevdiğim yönü kendi markası olmasına rağmen reklam için sadece kendi markasından ürün göstermek yerine epey geniş yelpazede ürünlerden de bahsetmesi.

Sheerene Idriss: Açılın gerçek dermatolog geldi. Ayrıca çok cool bir kadın, aslen Lübnan'lıymış. Botox filler falan hiç hayatımda düşünmedim ama Amerika'da yaşıyor olsam ve düşünsem direkt bu kadına güvenirdim. Instagram ve sonrasında açtığı youtube kanalında dermatoloji bilgisiyle yanlış bilinenleri düzeltip genel manada hap bilgiler veriyor.

and last but not the least:

labmuffin beauty science: Benim gibi skincare "nerd"leri olan faniler için bir bilim insanı gözünden labmuffin'in blogunu okumak inanılmaz zevkli ve tatmin edici. Yeterli birikimim ve motivasyonum olsaydı ve cilt bakımı alanında youtube işine girseydim, rol modelim bu hesap olurdu.



Fakat Michelle her ne kadar organik kimya üzerine doktorası olan bir bilim insanı olsa da tanrıymışçasına her dediğinin sorgusuz sualsiz kabul edilmesi bazen benim açımdan sinir bozucu. Deneyimli dermatologların bile cilt bakıma yaklaşımları birbirinden farklı olmasına rağmen nedense peptitler üzerine doktora yapmış ve sonrasında scientific communicator ve chemical formulator olarak çalışmış Michelle ne zaman bir şey dese herkes, özellikle bu konuda içerik yapan diğer bloggerlar hemen şimdiye kadar yaptıklarımızı unutalım, çünkü labmuffin dediyse kesin doğrudur moduna giriyor. Michelle akıllı bir kadın ve blog postu yapmadan iyice araştırıyor ve farklı bakış açılarını sunmaya çalışıyor ama yine de her şeyi 100% tarafsız yapamaz, o yüzden kendi blogundan yazdığı yazıyı şuraya da aktarıyorum:

"I am qualified in a tangentially relevant field (organic medicinal chemistry phd, with a minor in physiology and pharmacology as well during my undergraduate studies), and I have a lot of experience in science education and communication. I was also a moderator on the skincareaddiction subreddit for a bit over 4 years. but I have no medical qualifications, so take my advice with a grain of salt and consult a doctor before making radical changes to your skincare/make-up regimen."

Türkiye'den siktir olup gitme rehberi

Konuyu animelerden, dizilerden ve kitaplardan alıp bambaşka bir noktaya taşıyorum. Başlıktan bilenler postu nereden esinlenerek yazdığımı zaten tahmin edebilirler. 6.5 yıllık yurt dışında üç farklı ülkede yaşama tecrübemden sonra durumu artısıyla ve eksisiyle iyice tartma fırsatım oldu, umarım kalıcı da olabilirim. Ben yurt dışına gitmeden önce nereye ve neden taşınmama karar vermek için böyle bir öneri rehberini açıkça okumak isterdim, o yüzden hala blog okuyan 3 kişiden biri bununla ilgileniyorsa belki yardımcı olur:
 
Öncelikle özellikle mühendislik ve teknik pozisyonlar için ilk aşaması çok da zor olmayan bir eylem. Fakat geldikten sonra uyum sağlayamayan hatta depresyona girenleri de çok gördüm. Gelmeden önce kendine genel manada sorulacak sorular:

-Gidersem ekonomik ve sosyal olarak bana bunun katkısı ne olur? İstanbul'da bile ayrıcalıklı bir yaşam yaşarken gelip Mannheim'a ya da Dordrecht'e taşınmanın manası yok bence.

-Özellikle İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerden gelenler için, gideceğim ülkede ve şehirde sosyal hayat ne kadar aktif, ne kadar kültürel aktivite var? çünkü zamanında Almanya'nın ve Hollanda'nın çeşitli küçük kasaba ve köylerinde yaşamış biri olarak İstanbul'dan gelen birine ilk aşamda direkt bu kadar küçük yerlere taşınmalarını tavsiye etmem, birden şok etkisi yaratıp depresyona sokabilir. fakat aşamalı olarak alışınca hoşuna gidebiliyor insanın, misal 200 bin nüfuslu bir şehirde ana caddede evim olduğu için arabaların sesi falan çok gürültülü geliyor artık.

- Geniş ailem ve akrabalarımla ilişkim nasıl, 35-40 tane kuzenimle, dıdısının dıdısı ile ayrı ayrı görüşmeyi ve beraber vakit geçirmeyi seviyor muyum? Geniş aile pazar kahvaltılarından gerçekten zevk alıyor muyum? Yine geniş aile whatsapp gruplarında dönen geyiklerle eğleniyor muyum? buna cevabınız evet ise bence yol yakınken geri dönün çünkü özellikle Orta ve Kuzey Avrupa'daki yaşam stili bunun tam tersi. Zaten geniş ailenize bu kadar bağlıysanız, araya ayrılık gireceğinden muhtemelen mutsuz olursunuz. k-Kültürel farklılıklar elbet olabilir (misal coğrafi olarak çok yakın olsa da Belçika ve Hollanda bile farklı)ama genelde bu kültürlerde sadece veriliyorsa çekirdek aileye değer verilir, kuzenlerini tanımaz bile çoğu. Bu soruya cevabınız eğer cevabınız hayır ise, muhtemelen mutlu bile olabilirsiniz. Çünkü gayet kişisel alanın geniş olduğu, sadece istediğiniz ve seçtiğiniz grup insanlarla iletişiminizin olduğu bir hayatınız olacak.

- Gideceğim ülkede Türk marketleri ve ıvır vızırı bulmak kolay mı? Buna şahsen cevabım evet ise daha olumlu. Çünkü kırmızı mercimeğin bile zor bulunduğu bir yerde yaşamak istemem şahsen ama yine de tavsiyem Türk mahallesinden olabildiğince uzağa fakat yine de istediğinizde toplu taşımayla ya da bisikletle kolayca ulaşabileceğiniz bir mahalleye taşınmanız. İki türlü olasılığı da deneyip en idealinin bu olduğunu düşünüyorum.

-Çalışacağım ortam ne kadar enternasyonel, ne kadar lokal? Eğer değişik milletlerden ve alt yapıdan bir sürü insanı aynı ortamda bulunduran bir yerse, bence çok da düşünmeyin, çünkü gerçekten en güzeli.

Fleabag and Phoebe Waller -Bridge

2020'ye dair nadir güzel şeylerden biri de Fleabag'di. The Mandalorian'ı kesinlikle hariç tutuyorum. Çünkü en güzel şeylerden biri değil, direkt en güzel şeydi. Neyse, konumuz Fleabag. Bu kadar geç başladığım için bir yandan üzüldüğüm, bir yandan da hem bu diziyle hem de Phoebe Waller-Bridge ile tanıştığım için sevindiğim bir dizi oldu. Tüm kadın arkadaşlarıma da izlemelerini tavsiye ediyorum, herkes kendinden az buçuk bir şeyler bulabilir. Hele ki toplum normlarına uymayan bir kadınsanız... 

 Ben daha çok aile ilişkilerinde kendimi buldum. Ne yaparsa yapsın yaranamaması, kız kardeşiyle sürekli didişmesi ama yine de birbirinin arkalarını kollamaları falan fazla gerçekçi ve içten olmuş. Bu ingilizler karanlık komediden çok iyi anlıyor, gerçekten. Bundan sonra Phoebe'nin (artık ilk ismiyle hitap edebilirim, çünkü askerlik arkadaşım) yaptığı işlerin de takipçisi olacağım zaten. Hem tarzını hem de mizahını çok sevdim. Crashing ve Killing Eve'i de çoktan izlenecekler listeme aldım bile. Doktorayı bitirme sürecimde belki yoldaşım olurlar.

Kimetsu no Yaiba

Anime postları serisini geçen senin en sevilen serilerinden biri olan Kimetsu No Yaiba ile açıyorum. Kendisi tam kıvamında bir shounen, hem de ana karakteri sapık olmayan, tam tersine çok düzgün karakterli bir abi olan Tanjiro'yu içeriyor bu seri. Aşk ilişkilerinden ziyade arkadaşlık ve bi-kardeş ilişkili shounen serilerini seviyoruz (bkz. Fullmetal Alchemist) malum. Kısaca değerlendirmeme gelirsek:
 
2019 yılında Attack on Titan'ın 3.sezonundan (part 2) sonra en heyecanla izlediğim anime oldu. Tanjiro ve Nezuko'nun kimonolarından tut,1910lu yılları yansıtan değişik mevsimlerin de gösterildiği görüntüleri aşırı güzeldi. Hikaye klasik bir shounen gibi olsa da farklı şeylerin füzyonuyla (tarih, supernatural, gerilim) yine de kendini içine çekiyor. Bana da biraz Bleach'i de anımsattı ama sanki biraz da (bazılarına alakasız gelebilir ama) Patrick Rothfuss'un the Kingkiller Chronicle serisinin havasını hissediyorum. Buna demonlar tarafından vahşice katledilen, kendi halinde yaşayan mutlu aile ve kendi ayakları üstünde durmaya çalışırken karakterinden de taviz vermemeye çalışan ana karakterimiz Tanjiro da dahil...Ayrıca Nezuko'nun da hastasıyız *.*

 
Fakat son bölümlerine doğru iyice filler'a bağladı. İkinci sezonu onaylandığını sezon bitmeden duymuştum. Zaten tek sezon olmadığı belliydi de insanları kendine çekecek ilk sezonda bu kadar filler bölüme girmeleri yine de şaşırttı. Bu filler bölümlerde Nezuko'cuğumu da neredeyse göstermiyorlar. Genel şikayetim zaten, Nezuko'nun karakter gelişimini havada bırakıp sadece uyuklarken ve sevimli gösterme çabalarında olmaları. Misal Nezuko'nun arada konuştuğunu duysak hiç de fena olmazdı, aslında. İkincil karakterlerden de Inosuke ve Zenitsu (her ne kadar klasik shounen sapıklıklarından bıktırsa da) da başarılıydı. Genel olarak 2019 sezonunun en iyi animelerinden biri olduğu aşikar. Boktan camrip kalitesinden dolayı aralık 2020'de sinemalarda gösterime Mugen Ressha-hen ovasını henüz izleyemedim. Düzgün kalitede bir versiyonunu bulursam hemen üşüşeceğim, umarım Nezuko'yu daha bireyselleştirilmiş bir şekilde görürüz.

Hello darkness my old friend

2021'den merhaba. Artık muhtemelen hala blog okuyan 3 kişi falan kaldığından burası benim kendi kendime kurduğum monologlarla dolacak/ya da yine unutup burayı bırakıp gittiğim için dolmayacak. Neyse, açılışımızı Netflix'teki Love, Death Robots serisinin nadir güzel bulduğum bölümlerinden birinde (Beyond the Aquila Rift) tanıştığım şarkıyla açayım.
Aslında bu postu sadece 5 yıl sonra blogu açmak için yazacaktım ama madem Living In The Shadows şarkısı vesiliyle Love, Death Robots'tan laf açtım, seri hakkında fikrimden de kısaca bahsedeyim çünkü biliyorum çok merak ediyorsunuz fikirlerimi* (pun intended):

 
Abartıldığı kadar güzel olmayan ama birkaç bölümüyle dikkat çeken birbirinden bağımsız öyküleri olan kısa netflix animasyonları serisi. Bana tavsiye eder misiniz diye soranlara önce Beyond the Aquila Rift'i izlemesini (bkz: Living In The Shadows) ve eğer beğenirlerse diğer bölümlere (bkz: Zima Blue) de bakmasını söylüyorum. Çünkü çoğu boş boş bölümler; ama yapacak başka bir şeyiniz yoksa 10-15 dakikalık süreleriyle çerez gibi gidiyor zaten. Ya da hiç uğraşmayın direkt Living In The Shadows'u dinleyin geçin. Bu aralar ruh halimi de çok güzel yansıtan bir şarkı...