24 Kasım 2021 Çarşamba

Arcane

 

source: engadget.com

Çıkış yılı: 2021

Bölüm sayısı: 9

Benim puanım: 9.2/10

Gelelim, bu yıl çıkan abartısız en iyi Netflix projesine. Arcane, League of Legends oyunundaki Zaun ve Piltover evrenlerindeki karakterleri baz alarak bir animasyon dizisi projesi. Çok ama çok iyi olmuş. Öncelikle söylemem gerekiyor ki hiç LOL oynamadım, oynamayı da düşünmüyorum. Bir ara çevremde çok oynayan insan vardı ama ne oyunun grafikleri ne de toksik oyuncu ortamı ilgimi çekmişti. Peki oyununu oynamamak bu diziden alınan keyfi azaltıyor mu? Kesinlikle hayır! Animasyon kalitesiyle olsun, karakterlerin altyapısını kuran hikayeleriyle olsun, Riot Games LOL oyunundan bağımsız olarak bu dizide müthiş bir iş çıkarmış. Hikayenin temeli, LOL'de çatlak bir kadın karakter olan Jinx'e dayansa da hem yoksul alt şehir (undercity) Zaun, hem de zengin ve elit üst şehir Piltover'dan bir sürü karakterin içi dolu dolu anlatılmış.

Hikayeye gelecek olursak gayet Steampunk bir ortam olan Zaun şehriyle giriş yapıyoruz. Yoksul alt şehirden iki küçük kız kardeş Vi ve Powder'ın ailesini polisler öldürünce iri yarı ama yumuşak yürekli Vander tarafından evlat ediniliyorlar. Vi, üst şehir Piltoverlılara karşı öfkeli ama iyi kalpli bir ergen, Powder (gelecekteki adıyla Jinx) ise yedi yaşında tatlı bir kız, bilek gücünden gadgetlar üzerinde çalışıp daha çok yaratıcılığa önem veriyor. Aslında dizi boyunca birbirine aslında çok bağlı olan bu iki kardeşin nasıl yollarının ayrıldığını ve tatlı küçük bir kız olan Powder'ın nasıl kafadan çatlak büyük bir terroriste dönüştüğünü izliyoruz. 

Jinx'in geçmişteki yaşadığı ve istemeden etrafındaki insanların ölümüne sebep olduğu bir travma sebebiyle, Vi ve Powder'ın yolları ayrılıyor. Vander ile geçmişte bir husumeti olan, ekstremist bir Zaunlu adam, Silco, Powder'ı yetiştirip onun Jinx'e dönüşmesine yol açıyor.  Silco, aslında dizideki anti-kahraman olsa da diğer dizilerdeki bilindik kötü adamlardan farklıydı. Geçmişte ailesine karşı garezi olmasına rağmen genç bir kıza (Jinx) olan obsesyonuyla da yer yer Littlefinger'ı hatırlattı. Bu bile dizinin iyi olmasına güzel bir sebep olabilirmiş aslında. Jinx'in dönüşümündeki ana hikayeye giden yolda, bize Piltover'ı ileri seviye bir geleceğe taşıyan Hextech'in yaratıcısı olan bilim insanları Jayce ve Viktor'un hikayeleri ise çok doğal bir şekilde harmanlanarak anlatıldı. Kız kardeşinden hapiste kaldığı yıllarda ayrı kalan Vi'ın yolunun ise Piltover'lı, aileden zengin, ama idealist bir polis olan Caitlyn'le kesişmesi ve bunun bir aşk hikayesine dönüşmesi ise bence hikayeye başka bir boyut kazandırdı. İlk sezon itibariyle dizide en sevdiğim karakter olan Vi'ın bir lezbiyen ilişkisi olması bence bu dizide hiç de sırıtmadı. Umarım Netflix'in LGBTQIA+ karakterleri zorla hikayelere dahil etmesinden şikayetçi olanlar, Vi & Cait çiftinden de şikayetçi olmazlar. Bence çok tatlı bir çift oldular, ikisini de çok sevdim, ben kendilerini destekliyorum şahsen :)




Vi dışında diğer sevdiğim karakter ise Rus aksanıyla endam eden, alçakgönüllü, Jayce gibi tipik yakışıklı bir kahramanın en yakın arkadaşı görevini gören Viktor oldu. Zaun'da büyüdüğü için pek çok sağlık problemi olan Viktor, zekası sayesinde yükselmiş ve Piltover'da ünlü bir bilim insanı olabilmiş. Onun da hikayesi bence en az Jinx kadar hüzünlü. Çünkü bilimi her zaman insanların iyiliği için kullanma tarafında olan Viktor, çaresizliği yüzünden Hexcore'un karanlık gücüne çekiliyor ve adım adım insan-robot arası bir organizmaya dönüşüyor. Aslında kendi trajik hikayesini dizinin ilk sezonunda kısa kendisi şöyle açıkladı; 'In the pursuit of great, we failed to do good.'

Demem o ki animasyonlarıyla, hikayesi ve karakterleriyle Arcane dizisi gerçekten üst düzey bir iş olmuş. Şuraya dövüş sahnelerinden çok beğendiğim ikisini bırakıp gidiyorum:

İlk sahne, Jinx ve Zaun'daki çocukluk arkadaşı Ekko arasındaki şu sanat eseri olan dövüş sahnesi:


Diğeri ise hem animasyonları ve müziği ile göz kamaştıran hem de bizi karmaşık duygulara sürüklüyen Vi ve Jayce'in Chemguard'lara karşı şu dövüş sahnesi:


Dizinin ikinci sezonu ne yazık ki 2023 yılında gelecekmiş, ama ilk sezonki kadar kaliteli bir iş çıkaracaklarsa ben seve seve beklerim.

Dune Messiah

 


" Birçok hükümetin yıkılmasının sebebi, halkın resmi servetin gerçek boyutunu öğrenmesidir. "

"Deniz," dedi kısık bir sesle. "Bu zihnimin canladırabileceğinin ötesinde bir şeydi. Ama tanıdığım adamlar bu mucizeyi gördüklerini söylediler. Yalan söylediklerini düşündüm ama bunu bizzat öğrenmek zorundaydım. İşte bu yüzden orduya katıldım."

"Fazla analiz doğrunun düşmanıdır." 

"Güç, çok daha fazlasını elinde tutanı izole etme eğilimi gösterir. Önünde sonunda, gerçeklikle bağlantılarını kaybederler... ve devrilirler." 

"Dinin ve çıkarcılığın saklayamadığını, hükümetler saklayabilir." 

"Alia, ağabeyine baktı ve onun mutlak üzüntüsünü algıladı. Paul'ün yanağındaki bir göz yaşı damlasına Fremenlere özgü saygıyla dokunarak söyle dedi: 'Sevdiklerimiz göçüp gitmeden önce onlar için kederlenmemeliyiz.' 
'Onlar göçüp gitmeden önce' diye fısıldadı. 'Söyle küçük kardeşim, önce nedir?' "

" Zihinsel bir salgını durduramazsın. İnsandan insana bulaşarak parsekleri aşar. Öyle bulaşıcıdır ki engel tanımaz."

" Bir insanın yaşamının bir saatinden mahrum etmekle, onu yaşamından mahrum etmek arasında yalnızca bir ölçek farkı vardır. Sonuçta ona karşı şiddet uygulamış, onun enerjisini tüketmiş olursunuz."

" Politikayı sevgi üstüne kuramazsın' , dedi. 'İnsanlar sevgiyle ilgilenmez, sevgi çok karmaşıktır. Onlar despotizmi tercih eder. Çok fazla özgürlük kaos doğurur. Buna izin veremeyiz, öyle değil mi? Ve despotizmi nasıl sevilebilir kılarsın?' "

"Yaratabileceğim bütün olası geleceklere burnumu soktum, en sonunda onlar beni yaratana dek."

" Her şey çok güzeldi, en güzeli de sendin."


Dune Mesihi farklı bir kitap. Neden ilk kitap kadar sevilmediğini anlıyorum ama bir yandan da bu antipatiyi yersiz buluyorum. Benim açımdan dolu dolu bir kitaptı. Tek bir nokta hariç, şahsen ben ilk kitap kadar sevdim. Diyaloglar aslında ilk kitaba göre daha derindi, 250 küsür sayfa kitabın neredeyse her yerini e-reader'da çizdim. Alıntıların bir kısmını da burada paylaşıyorum zaten. Dune Mesihi benim için Paul'un ilk kitaptaki happily-ever-after'ını anlattığı için özel bir kitaptı. Kahramanımız intikamını aldı, ilk çocukları öldürülmüş olsa da sevdiceği ve anası yanındaydı, hak ettiği tahtı aldı ve düşmanlarını alt etti. Peki sonra? İşte bu sonrası için bence gelebilecek en gerçekçi kurguyla gelmiş. Paul gibi empati kurabildiğimiz bir karakterin, nasıl tek güç olduktan sonra bir diktatör haline geldiğini anlatıyor aslında bu kitap. Öyle bir nokta ki ülkemizdeki ismi lazım değil liderin fanatikleriyle bile kısa süreli de olsa empati kurabildim bu kitap sayesinde. Çünkü insanlar ilk başta kurtarıcı gördüğü kişinin hatalarını öyle ört bas edip öyle gerekçelendirebiliyor ki, 61 milyar insanın  katliama sebep olmuş, 500 gezegenin fatihi ve bunlardan 90 küsür gezegenin felaketi olan bir lideri bile hala destekleyebiliyorlar. Burada Paul'un Hitler'den veya ismi lazım değil diğer diktatörlerden farkı ise tüm hatalarının farkında olması, buna kendince engel olmaya çalışması ama onu bağlayan bu kader zincirinden, altından kalkamayacağı sorumlulukları almak zorunda kalmasından dolayı öngörü yeteneğine rağmen bir türlü kurtulamaması.. Bunlar aslında kendi içinden de gelen tanrı kompleksinden, bu işi bu yeteneklerle en iyi sadece ben yapabilirm yanılgısından geliyor. O açıdan Chani ile çok manidar bir diyalogları var aslında:

- Chani, sevgilim, cihada son vermek, vuzera ordularinin bana dayattigi lanet olası tanrılık mertebesinden kurtulmak icin neler vermezdim, biliyor musun?
- Vazgeçtiğini söylemen yeter.


Size kimi hatırlattı bilmiyorum, ama bana bu ikilem direkt Daenerys Targaryen'i hatırlattı. Bu sebeplerden ve ileride bahsedeceğim sebeplerden dolayı Paul Atreides'in hem Daenerys Targaryen hem de Anakin Skywalker karakterlerine hayat verdiğine kanaat getirdim. Kitabın özeti aslında şu sözde gizli: "Güç, çok daha fazlasını elinde tutanı izole etme eğilimi gösterir. Önünde sonunda, gerçeklikle bağlantılarını kaybederler... ve devrilirler." 

Hikayemiz, Paul'un imparatorun tahtını elinden alıp kızı Irulan ile politik bir evlilik yapmasından yaklaşık 13 yıl sonra başlıyor, yani Paul da benim gibi 30'lu yaşların başlarında. İmparatorun tahtına oturmuş, Chani ve Stilgar danışmanı olarak yanında. Jessica ise Caladan'a yerleşmiş, Paul'un bu din temelli imparatorluğunu desteklemiyor. Açıkçası kitaptaki en büyük eksiklik benim gözümde Jessica gibi müthiş bir karakterin yokluğuydu. Nasıl Hermione Granger olmasa Harry Potter bir şey yapamazsa, annesi Jessica olmayınca Paul da bir güzel çuvallıyor. Bütün kitap boyunca bunu görüyoruz. Paul'un kız kardeşi, Alia ise 16-17 yaşlarına gelmiş. Alia, öyle bir dini lider olmuş ki kendisine ait Arrakeen'de bir tapınak var, insanlar hac için o tapınağa geliyor! Annesinin yediği bir halttan dolayı başrahibe bilgeliğinde de olsa, öngörü gücü Paul'u cebinde sallayacak kadar güçlü de olsa, Alia, hormonları uyanmaya başlamış bir ergen. Hem de ne kadar yorucu bir ergen... Kendisi çok sempatimi kazanamadı, maalesef. Fakat anne rahmindeyken ab-ı hayat baharına maruz kaldığı tecrübeden sonra kendisini bazen annesi gibi gördüğünü, Paul'u oğlu, babasını ise sevgilisi gibi hissettiği kafa karışıklıklarını açıkladığında kendisi için üzülmedim de değil. 
 
Bu sefer Leto Atreides'e değil Paul Atreides'e karşı bir komplo var. Planların içinde planlar... Daha kitabın başında bize Paul'un öleceği ve suçun Chani'ye atılacağı açık ediliyor. Komployu kuranlar ise lanet başrahibe Gaius Helen Mohiam, Paul'dan çocuk yapma umudunu kesen Irulan, Bene Tleilax Scytale ve dümenci Edric. Bu kitapta bize ilk defa tanıtılan topluluk olan, Face Dancers, Bene Tleilax bence ayrı bir  parantezi ve hatta ayrı bir ek kitap serisini hakediyor. Çünkü bu topluluk ASOIAF evrenindeki Faceless Man gibi yüzlerini değiştirme yeteneğine sahip bir grup hermafrodit suikastçı.  Aynı zamanda genetik biliminde çığır açmış, insanları tek bir hücresinden kopyalayıp anılarını da tutabilen bir grup bilim insanı. Olay şu ki Tleilaxu, Duncan Idaho'nun ölü bedenini buluyor ve onu klonlama teknolojisiyle hayata döndürüp gula Nefr'i yaratıyor. Nefr hem bir mentat hem de bir Zenni-sünni filozof olarak eğitilip Alia'yı tavlaması ve Paul'a ihanet etmesi için hazır ediliyor. Fantaziye gel. Fantezi olarak güzel gelse de itiraf etmeliyim ki bu komplonun içi maalesef çok doldurulamadı. Dümencinin de olduğu bir güruh, Duncan'ın gulasını Paul'a hediye ettiğinde, gula kendi ağzıyla sizi yok etmek için görevlendirdim demesine rağmen Paul'un bunu neden kabul ettiğini bir süre anlamlandıramadım. Fakat hayatını sizin için feda etmiş bir dostun anılarına kısmen de olsa sahip olan bir klon ya da makineden uzak bile kalamamak aslında çok insansı bir reaksiyon. Tıpkı Okabe'nin Kurisu'nun AI'ı olan Amadeus'a tuzak olma ihtimaline karşın karşı koyamaması gibi... 

Uzun lafın kısası, Paul öngörü yeteneği sayesinde kısmen de olsa komplo planına çomak sokuyor. Paul'un yaptığı analize göre divergence'dan kurtulamayan iki seçenek var: Ya Paul ölecek ve suç Chani'ye atılacak, Chani tutsaklık altında, çocukları ise sürgünde yaşamak zorunda kalacak. Ya da Chani doğum sırasında ölecek. Bu iki seçenek arasında sıkışan Paul bir ara Anakin'e dönüşüp baş düşmanı Palpatine'e, pardon başrahibe Mohiam'a yalvarıp Chani'yi kurtarması için yardım bile istiyor. Fakat Paul'ün de analizinden kurtulamayan, onun da öngöremediği şeyler var. Çünkü neydi; "Fazla analiz doğrunun düşmanıdır."  Bu noktada  Paul'u değil, resmen Anakin'i izledim. İkiz çocuklarının doğumu sırasında ölen sevgili ve kehanetinde bunu gören başkahraman... Ne kadar de benziyor değil mi? Paul'un analizinden kaçan en büyük nokta ise çocukların ikiz olması. Çünkü Paul öngörüsünde sadece tek bir kız çocuğu görüyor. Aslında bu ikizlerden erkek olanı, evrenin başına başka çoraplar örecek olan Leto II Atreides (bir nevi Luke Skywalker ama başka türlü...). Paul'un ölmesi gereken ve Chani'nin suçlanması gereken suikasta Chani olmadan gitmeyi başaran Paul, ölmüyor ama taşyakan atom silahı sebebiyle görme yetisini kaybedip kör oluyor. Fremen inancına göre, kör olan biri, topluma yük olacağı için çöle terkedilmesi gerekiyor. Fakat öngörüsünü kaybetmediği için Paul, yine etrafındaki her şeyin farkında olabiliyor ve bir nevi görebiliyor. Fakat elinden gelen her şeyi yapmasına rağmen Paul, kendini yine de Chani'nin doğum yapacağı ve öleceği çöldeki siyeçte buluyor. Bu kısım bence kitaptaki en güçlü yerdi. Paul'un her şeyi yapmasına rağmen kaderinden kaçamadığı andaki çaresizliği, Chani ölünce öngörü yeteneğini de tamamen kaybedip gerçekten kör olması çok etkileyiciydi. Buraları okurken birkaç damla gözyaşı dökmüş olabilirim. Çünkü bana göre Paul'u istemediği halde dini lider haline getiren, bir nevi peygamber konumuna sokan önsezi yeteneği, aslında bir hayatta kalma içgüdüsüydü. Bene Gesserit'lerin yüzyıllardır süregelen genetik çiftleştirmelerinin bir ürünü olan Paul, hayatta kalma içgüdüleriyle de birleşince bu yeteneğine bir nevi tanrısal ivme kazandırıyordu. Fakat cihattan kaçmasına rağmen evrenin en büyük dikdatörüne dönüşen Paul, yaşadığı pişmanlıkla, bir şeyleri yine değiştiremeyince ve en sevdiği kişiyi de kaybedince öngörüsünü kaybedip gerçekten kör oldu...

Suikastı ikinci çökerten nokta ise Chani öldükten sonra Paul'u öldürmesi gerek gula Nefr'in anılarını tamamen geri kazanabilen tarihteki ilk gula olup tamamen Duncan Idaho'ya dönüşebilmesi. Aslında Paul'u oğlu gibi gören Duncan'ın, onu öldürmek zoruda kalınca anılarını tamamen kazanması ihtimalini Tleilaxu tamamen göz ardı etmiyor. Hatta Scytale kendi ağzıyla itiraf ediyor, eğer Paul ölseydi pazarlığı Paul'un bedenini canlandırma üzerinden Alia ile yapacaklardı... Duncan anılarını geri kazanınca, Tleilaxu biliminin gerçekliği de bir nevi kanıtlanmış oluyor ve Scytale için Chani'nin bedenini diriltme üzerinden pazarlık etme hakkı doğuyor. Fakat Chani'yi diriltmeyi Paul şiddetle reddediyor. Fremen olarak doğan Chani'nin bedeni suyunu almak için cenaze törenine götürülüyor. Her ne kadar iki kitaptır Fremen geleneklerini okusam da burada yine istemsiz "sizin de geleneğiniz batsın!" demeden edemedim. Sanırım kurgusal Orta Doğu'ya bile garezim var.  Anyway... Alia gibi melanet doğan henüz beşikteki bebek Leto'nun gözlerini kullanarak Paul, Scytale'i öldürmeyi beceriyor. Fakat hala kör olan, yaşama dair umudunu ve isteğini kaybeden kahramanımız (bu noktada aslında artık anti-kahramanımız), gerçek bir Fremen gibi çöle yani kendi ölümüne yürüyor. Bu sefer kehanetlerden, cihattan, peygamberlikten ve öngörüden kurtulmuş, tamamen özgür bir adam olarak... Bence Paul gibi trajik bir karakter için çok yerinde ve bir o kadar da hüzünlü bir sondu. Tıpkı Daenerys Targaryen'in sonu gibi... O zaman bu sözün de sana gelsin, Paul reis: "Yaratabileceğim bütün olası geleceklere burnumu soktum, en sonunda onlar beni yaratana dek."

Üçüncü kitap anladığım kadarıyla Alia, kocası Duncan ve Paul'un ikizleri Leto II ve Ganima üzerinden devam ediyor. Bir yandan Paul'un hüzünlü ama güzel hikayesinden sonra bu seriyi burada bırakma isteği duysam da, Star Wars için New Hope filmi gibi olan yeni seri gibi bundan sonra neler olacağını merak etmiyor da değilim. Dune evrenine bir kez tutulduktan sonra bırakması zor sanki...

12 Ekim 2021 Salı

Gingitsune

 

source: Myanimelist

Çıkış yılı: 2013

Bölüm sayısı: 12

Türü: seinen, supernatural, slice of life

Benim puanım: 8/10

Size tam İngilizce tabirle light-hearted denilen, tasasız, neşeli ve dinlendirici bir anime önerisiyle geldim. Eğer biraz tatlış bir anime olsun ama çok cıvık da olmasın, komik olsun ama pek rahatsız edici ecchi, sapık fan service de olmasın diyorsanız bu anime tam size göre olabilir. Konumuz bir shrine'da (yani Şintoizm tapınağında) yaşayan bir liseli kızın (Makoto), tapınağın koruyucuları tilki ruhlarını (fox spirit) görmesinden  ve onun yine liseli arkadaşlarıyla ilişkilerinden oluşuyor. Şintoizm temasına dayalı iç ısıtıcı bu animeyi ben bayağı beğendim açıkçası! Makoto'yu kıskanmadım da değil. Keşke ben de Şinto ruhlarını görsem ve arkadaşlarımla huzur içinde günler geçirsem dedim.

Makoto'nun ailesi, tarım tanrısı Uka no Mitama'yı temsil eden bir Inari tapınağı olan Saeki tapınağının 15. jenerasyon boyunca idaresini sağlamaktadır. Makoto, 4 yaşındayken annesi öldükten sonra Şinto tapınaklarının koruyucu ruhlarını görme yeteneğini annesinden miras alır. Saeki tapınağının gardiyanı ise Gintarou-sama adında bir tilki ruhudur. Kocaman huysuz bir tilki olan Gintarou, sürekli Makoto'dan şikayet etse de aslında ona yürekten bağlı bir tsunderedir. Gintarou, ayrıca gelecekten kısa kesitler görüp kaybolan insanları ve eşyaları bulabilmektedir. Tabii bu durumda Makoto, insanlarla tanrılar arasında elçi görevi yapar. İlk bölümlerde Saeki tapınağı dışında başka tapınaklar olduğunu da görüyoruz, bunların bazıları Saeki tapınağı gibi Inari shrine'ı olsa da bazıları diğer Şinto tanrılarına ait, bazıları ise tamamen farklı, bahçesinde ufacık Şinto altarı olan Buda tapınaklarıdır. Burada Meiji döneminden sonra Budizm ve Şintoizmin nasıl içiçe yaşandığına ve insanların bu iki dini nasıl harmanladığına atıfta bulunuluyor. Şinto tapınaklarından birine bir kaplumbağa tanrı elçisini bıraktıkları bölümde, kaplumbağa bana Small Gods'daki, the Great God Om'u hatırlattığı için biraz güldüm. İlk bölümler sadece Makoto, Gin ve Makoto'nun komik Şinto papazı babası Tatsuro, Makoto'nun aralarını yaptığı iki kardaşı Yumi ve Hiwako etrafında dönse de animenin ortalarına doğru yeni karakterler de animeye katılıyor. Bu arada Makoto'ya parantez açarsam, ilk bölümlerde tez canlılığı, sakarlığı ve saf iyi niyetliliği ve Gintarou ile girdiği ağız dalaşlarıyla bana biraz Sailor Moon'dan Usagi'yi hatırlattı. Her sabah okul otobüsüne geç kalması bile benziyordu, ama Usagi'den daha akıllı ve daha az sinir bozucu olduğunu söyleyebilirim.

Animeye yeni karakterler, yani başka bir Inari tapınağından gelen ergen çocuk Satoru ve onun yine ergen dişi tilki gardiyanı Haru katılınca bence daha eğlenceli oldu. Haru biraz çok bağıran sinir bozucu anime karakterlerinden biri olsa da beni çok güldürdüğü için affediyorum. Satoru ise küçük yaşta yetim kalmış, dedesi ölünce görü yeteneği ona geçmesine rağmen halaları ve amcaları tarafından hor görülerek, ezilerek büyütülmüş içine kapanık, zeki ve yetenekli bir çocuk, yani bir nevi küçük bir Jon Snow. Satoru ve Haru ikilisi gelince hem Haru'nun Satoru'ya karşı aşırı düşkün ve korumacı olması yüzünden Makoto ve Gintarou ile girdikleri ağız dalaşları, hem de okuldaki kızların Satoru'yu beğenmesi ve aynı evde yaşıyorlar diye Makoto'yu kıskanmalarıyla ekstra komedi unsuru oluştu, sevdim. Fakat biraz finali yarım kaldı sanki. Summer purification festivalinde daha önce gelecek planlarından emin olamayan Makoto, kesin shrine maiden olmaya karar veriyor ve öylece bitiyor. Fakat daha görmek istediğim çok şey vardı. Misal keşke 15 bölüm yapsalarmış, 15. jenerasyon shrine maiden hatırına. Hiç de fena olmazmış. Merak ettiğim pek çok şey yarım kaldı. Örneğin, bizim Jon Snow Satoru'ya ne olacak? Tamam, anladık, Makoto'dan da önce Şinto rahibi olmaya çoktan emindi, fakat Makoto'yla aralarında bir şeyler olacak mı? Yoksa sadece aynı tapınakta aynı kaderi paylaşan iki kardeş, dost gibi mi büyüyecekler? Peki Funabashi Hiwako'ya ne olacak? O kadar bölüm kızın politikacı babasından bahsettiler, adamı göremedik bile. Gintarou ve Haru yoksa artık hep partner mi olacak? Gintarou'nun eski partneri olan gardiyan tilki ruhu, hiç geri gelmeyecek mi? Bu soruların hepsi yarım kaldı. Yani ağzımıza bir parmak bal çalıp gitti bu anime de...

8 Ekim 2021 Cuma

Squid Game

 

source: XGN.nl



Yıl: 2021
Bölüm sayısı: 9
Platform: Netflix
Benim puanım: 7.6/10

Sosyal medyayı kasıp kavuran, hem bolca övgü hem de yergi toplayan yılın Kore yapımı Netflix dizisine gelelim. Diziyi ben ilk Liah Yoo'dan duydum, sonra da Çisem Çakır da beğendiğini söyleyince dedim acaba ben de izlesem mi, yoksa La Casa de Papel falsosu gibi bir şey mi çıkacak acaba? En son da son zamanlarda beğeniyle dinlediğim Ortamlarda Satılacak Bilgi podcast'inin instagram hesabında da önerildiğini görünce artık izlemeye karar verdim. Uzun uzun analiz kasacak derinlikte bir dizi olduğunu düşünmüyorum, ama ben genel olarak sürükleyiciliğini beğendim. Dizinin konusu aslında biraz bilindik, çok zor ekonomik koşullarda olan, borç batağa batmış, sosyal olarak toplumdan dışlanmış insanları toplayıp milyarlarca büyük mebla para teklif edip onlara ölümcül bir takım oyunlar oynatmak. Aaa bakalım nereden hatırlıyoruz bunu, nam-ı diğer Hunger Games. Hatta tıpkı oradaki gibi bize bu oyunlara yatırım yapan aşırı burjuva sınıfından saçma sapan insanlar gösterdiler 7. bölümde. Bu diziye Kore yapımı Hunger Games dersek de çok yüzeysel olmaz bence. Sadece kırmızı kostümlü görevlilerin maskesinde play station kumandasının tuşlarındaki yuvarlak, üçgen ve kare sembollerinin olması ve bunun aralarındaki hiyerarşiyi göstermesi komik ve orijinal bir fikirdi diyebilirim.

Şimdi biraz Kore dizilerinin genelde güzel başardığı karakter tiplemelerine ve duygu ve dram işleyişlerine gelelim. Ana karakterimiz Gi-hun tam da bir baltaya sap olamayacak bir evlat tiplemesi, yaşlı annesi çalışırken onun banka kartını çalıp at yarışlarında para kaybeden, eski evliliğinden küçük bir kızı olmasına rağmen babalık mesleğinde epeyce çuvallayan bir tipleme. Ama aslında temiz kalpli ve yufka yürekli biri olduğunu bazı küçük sahnelerle gösteriyorlar. Misal tefecilerden kaçarken çarptığı genç kızı tüm acelesine ve paniğine rağmen yerden kaldırıp özür dilemesi, eve götüreceği ve yiyecekleri tek yemek olan uskurumdan gördüğü bir sokak kedisine de bir parça vermesi gibi... Zaten dizi boyunca da bu iyi niyetliliğinden vazgeçmeyen bir karakter oldu. Bir de onun ters tiplemesi var,  Gi-hun'un çocukluk arkadaşı Sang-woo. Fakir mahallesinden zekasıyla kurtulmayı başarmış, fakat kibirden ve kötü yönetiminden dolayı yine işini gücünü batırmış, borca batmış ve bundan dolayı kendini yine Hunger Games'te bulmuş bencil bir karakter bu. Pakistanlı mülteci saf Ali karakterini ise biraz sterotip buldum ama sanırım Sang-woo ile arasındaki homoeroktik gerilim için koyulmuş bu karakter. Sang-woo ne kadar bencilse, Ali karakteri ise o kadar özgecildi. Dizide sık gördüğümüz diğer iki karakter ise Kuzey Kore'den iltica eden kapkaçcı genç kız Sae-byeok ve alzheimerlı yaşlı adam Il-nam. Sae-byeok'un amacı yetimhaneye bırakmak zorunda kaldığı küçük erkek kardeşinin geleceğini kurtarmak iken, Il-nam karakterinin sadece ölmeden önce bir şeyler yapmak için oyuna katıldığını öğreniyoruz. Bu beş karakterin etrafında dönen son derece duygusal 6. bölümle çıta epey yükselmişken, bence saçma sapan Amerikalı VIP karakterleriyle ve garip bir polis kovalamacasıyla düşüşe geçti. 2. sezonun sinyallerini de verdi ama ilk sezondaki karakterlerin neredeyse hepsi öldüğü için nasıl devam ederler bir fikrim yok. Bence devam etmesinler zaten, böylece bırakırsa tadında kalır ve deli saçması La Casa de Papel'in kaderine düşmez umarım.

2 Ekim 2021 Cumartesi

Circe (Ben, Kirke)


 "En güzel nympha bile pek işe yaramaz, çirkin bir nympha ise hiçbir şey olurdu, hiçbir şeyden de az olurdu. Asla evlenemez, çocuk doğuramazdı. Ailesine yük, dünya yüzünde bir leke olacaktı. İtilip kakılarak, hakaretlere uğrayarak gölgelerde yaşayacaktı. Oysa bir canavarın daima bir yerdi vardır. Dişlerinin yakayalayabileceği bütün zaferler onun olabilir. Bunu yapıyor diye kimse onu sevmeyecektir ama bu sebeple kısıtlama altına da girmeyecektir. "


" Ölümlüler şöhreti böyle ele geçiriyor, diye düşündüm. Çok çalışarak ve kendilerini adayarak, yeteneklerine bahçeye bakarmış gibi bakıp güneşin altında ışıldamasını sağlayarak. Ama tanrılar irinden ve nektardan, kusursuzlukları parmak uçlarından fışkırarak doğuyordu. Onlar da neleri mahvedeceğini ispatlayarak elde ediyorlardı şöhretlerini. Şehirleri yakıp yıkarak, savaşlar çıkararak, salgınlar ve canavarlar yaratarak..."

" Hepsi aynı çaresiz hikayeyi anlatıyorlardı. (Güya) kaybolmuşlardı, bitkinlerdi, yiyecekleri bitmişti. Yardımlarıma minnettar olurlardı. Bunların birkaçının, sayıları o kadar az ki parmakla sayabilirim, gitmesine izin verdim. Beni akşam yemeği olarak görmemişlerdi. Dindar adamlardı, gerçekten kaybolmuşlardı; aralarında yakışıklı biri olursa bazen onu yatağıma da alırdım. İhtiras değildi bu, ihtiras kırıntısı bile değildi. Bir tür hiddetti, kendi üzerimde kullandığım bir bıçaktı. Derimin hala kendi derim olduğunu kanıtlamak için yapıyordum. Peki, bulduğum cevap hoşuma gidiyor muydu? "

" Ne dualarını istiyordum ne de ismimi ağızlarına almalarını. Kendimi kan çıkana kadar denizin içinde ovalamak istiyordum."

" Ozanlar yılan gibi derdi belki ama artık yılanları iyi tanıyordum. Namuslu bir engereği her zaman yeğlerim, beni ancak onu rahatsız edersem sokar, daha önce değil."

" Ölümlüymüşüm gibi yapmıyordum. Parlak sarı gözlerimi her fırsatta gösteriyordum. Hiçbiri bir şeyi değiştirmiyordu. Yalnızdım ve kadınsın, önemli olan tek şey buydu."

" Kendi portreme şaşırmadım. Kahraman kılıcı karşısında  yelkenleri suya indiren, diz çöküp merhamet dilenen gururlu cadı. Kadınlara haddini bildirmek ozanların en sevdiği vakit geçirme biçimi gibi geliyordu bana. Yerlerde sürünüp ağlamazsak gerçek bir hikaye olmazmış gibi. "

" Oradaydı, ruhu önümdeydi. Onarabileceğim yırtık pırtık bir şey vardı karşımda. "

"Hayatım boyunca trajedinin beni bulmasını beklemiştim. Bulacağından hiç kuşkum yoktu, çünkü başkalarının hak ettiğimi düşündüğünden daha fazla arzum, isyanım ve gücüm vardı, yıldırımları üstüne çekecek şeylerdi bunlar."

"Ama belki de hiçbir anne baba evladını gerçekten göremez. Baktığımızda sadece kendi hatalarımızın bir yansımasını görüyoruz."

"Kirke, diyor, her şey yolunda gidecek...Canımızın yanmayacağını söylemiyor. Korkmadığımızı kastetmiyor. Söylediği sadece şu: Buradayız. Gelgitte yüzmek, yeryüzünde yürümek ve ayaklarına değdiğini hissetmek böyle bir şey. Yaşamak böyle bir şey."

"Bir zamanlar tanrıların ölümün zıttı olduğunu düşünmüştüm ama artık her şeyden daha ölü olduklarını görüyorum çünkü hiç değişmiyorlar ve hiçbir şeyi elinde tutamıyorlar." 

Bu kitabı yıllar önce Çisem Çakır önerisiyle merak edip okumak istemiştim. Bu yıl da Mitolojik İnciler podcastıyla mitoloji hikayelerine iyice merak sarınca dedim, artık okumanın zamanı geldi. Maalesef Kobo Reader'ın database'inde Türkçe kitabını bulamadım. İngilizce kitap okumayı sevsem de sadece hazsal okuma için hala Türkçe kitap okumayı tercih ediyorum. Özellikle doktoraya başladığımdan beri çoğu zaman beynim kazan gibi olduğundan kitapları da okumak için 1 gram daha ekstra nöron çalıştırmak istemiyorum bazen. Neyse Köln Kütüphane diye bir site var, Türkçe kitapların neredeyse hepsini orada bulup Avrupa'daki herhangi bir yere belirli bir ücret üzerindeyse kargo bedava sipariş vermek mümkün. Bu sayede bu kitabı ve Akhilleus'un Şarkısını sipariş ettim.

Reklamları geçip kitaba gelirsem kitap adı üstünde Odysseia'dan bildiğimiz Kirke karakterini, Madeline Miller'ın yorumuyla kendi ağzından yazılmış hikayesi olarak okuyoruz. Mitolojide Kirke, her ne kadar şuh kadın, enchantress, erkekleri büyüyüp kendine bağlayan sonra onları domuza çeviren acımasız cadı gibi anlatılsa da burada birinci ağızdan hikayesini (mitolojik hikayelerin çoğuna sadık kalarak) dinleyince aslında olayın pek de öyle olmadığı kanısına varıyoruz. Kirke'nin Aiae adasına sürgününden önce Okeanos'un salonlarında geçirdiği ilk yılları mitolojiden duymadığımız kadar detaylandırılmış. Bildiğimiz Glaukos ve Skylla hikayelerine ise daha derin boyut kazandırılmış. Kirke'nin sürekli ezilen ve hor görülen bir dişi olarak içindeki cadılık gücünü keşfetmesi toplumda kendini değersiz hisseden bir kadının tüm baskılara rağmen kendi içsel gücünü keşfetmesini temsil ediyor bence. Oysa buna tezat olarak, hikayelerdeki başka ünlü bir cadı olan Kirke'nin erkek kardeşi  Aietes nasıl da doğduğundan beri gücünün farkında... Anlayacağınız mitoloji temalı da olsa antik bir çağda var olmaya çalışan bir kadını, bir feminist hikayeyi anlatıyor bu kitap. Cadılığı kadınlık, feminizm ve içsel keşif yönünden incelemesiyle benim açımdan Paulo Coelho'nun Brida kitabına da bir göz kırpıyor.

Kirke, ilk nesil tanrılardan yani titanlardan biri olan Okeanos'un torunu, güneş titanı Helios'un kızı. Annesi ise biraz daha ikincil sınıftan bir tanrısal varlık olan nympha ya da naiad Perseis. Bu arada nympha dilimize genelde peri olarak çevrilse de, bu kitapta nympha şeklinde bırakılmış. Naiad tatlı su perisi, nereid ise deniz perisi diyebiliriz özetle. Kirke'nin ilk yılları gayet mitolojiye sadık anlatılmış. Glaukos, Skylla olayları bu kitapta da hemen hemen hikayelerle aynı şekilde gerçekleşiyor. Tek bir farkla... O da Kirke'nin amcası Prometheus ile tanışma fırsatını bulmasıyla oluyor. Prometheus mitolojiden hatırlayanlar bilir, insanlara tanrılardan ateşi çalıp verdiği, insanların daha çabuk gelişmesine yardımcı olduğu için tanrılar meclisi tarafından cezalandırılan bir titan. Neden mi? Çünkü tanrılar, insanlar daha zavallı olsun da bize daha fazla tapınsın istiyorlardı. Tanrıyla otorite kavramını mitolojide eşit tutarsak aslında bu hikayelerin fantaziden çok daha fazla mesajı olduğunu görebiliriz. Neyse, Kirke babası Helios'tan ve diğer tanrılardan çok korkan ürkek bir kız olmasına rağmen, Prometheus'la konuşmaya cürret ediyor, ve bundan sonra olaylar onun diğer tanrılardan farklılaşmasına ve insanlara ve diğer yaratılanlara daha yakın olmasına neden oluyor.  Bu ilk yıllarda karşımıza çıkan diğer karakterler ise Helios ve Perseis'in diğer çocukları, Kirke'nin kardeşleri; Perses, Pasiphae (nam-ı diğer, Girit kralı Minos'un karısı, boğa başlı insan vücutlu Minotaurus'u doğuran kadın) ve Kolkis kralı, Medeia'nın babası olarak tanıdığımız karakter Aietes. Pasiphae, Kirke'ye taban tabana zıt bir karakter olarak simgelenmiş. Kirke ve Pasiphae arasında kız kardeş çekişmelerine rağmen Pasiphae'nin tüm bencilliğine karşın Minotaurus'un doğumu sırasında Kirke'yi sürgün olduğu adadan Girit'e çağırması güzel bir detaydı.

Gelelim Kirke'nin sürgününe... Kirke mitolojide de anlatılan hikayelerde olduğu gibi Glaukos isimli bir ölümlü balıkçıya aşık oluyor. Onunla olabilsin, denk olsunlar diye Kirke, Glaukos'u çok güçlü büyülü bir bitki ile ölümlüden tanrıya çeviriyor. Tanrılar meclisine kabul edilince götü kalkan Glaukos, Kirke'yi unutuyor, yosma bir nympha olan Skylla'ya tutuluyor. Bunu öğrenen Kirke, kıskançlık krizlerine girip Skylla'nın banyo yaptığı suyu zehirliyor ve onu korkunç bir deniz canavarına çeviriyor. Odysseus'un hikayelerine de konu olan Skylla, Yunanistan'ın Messina boğazını kendine mesken ediniyor. Bu boğazın bir tarafında Charybdis adında bir girdap, diğer tarafında ise Skylla var. O yüzden buradan geçmek isteyen denizciler ya Charybdis'ten kaçmak ya da Skylla'ya yem olmaktan kurtulmak zorundalar.

Skylla ve Charybdis
reference: ronjararoundtheworld.com


Bunu vicdan yapan Kirke, suçunu itiraf ettiği için Aiae adasına sürgün ediliyor ve hayatının geri kalanını orada yaşamaya mahkum ediliyor. Adada kaldığı sırada büyücülük gücünün iyice farkına varan Kirke günlerini iksir yapmakla ve evcil aslanlarıyla oynamakla gerçekleştiriyor.  Cool bir imaj değil mi ama:

Kirke
reference: bookthatmatter.co.uk

Adada kaldığı sürece mitolojik hikayelere sadık kalarak ve kalmayarak Kirke'nin ziyaretine gelen birkaç ünlü karakterle tanışma fırsatını buluyoruz. Bunlardan en komiği bence Hermes'in Kirke'yi merak edip adaya gelmesi ve Kirke'nin onunla bir süre fuckbuddy olması kısmıydı. Bu kısım güldürdü, çünkü Olimposlu tanrılardan o iş için birini seçmek gerekse muhtemelen ben de Hermes'i seçerdim. Hikayelere sadık kalınarak anlatılan kısım ise İason ve Medeia'nın ziyareti. Medeia aslında Kirke'nin yeğeni olan acımasız bir cadı. Uzun bir hikaye, merak eden Mitolojik İnciler podcastinda şu bölüme bakabilir:

Medeia ve İason'un ziyareti ve Kirke'den istedikleri arındırma ayini şöyle tabloya da konu olmuş:

Kirke
reference: John William Waterhouse.jpg


Adadayken olan diğer en önemli olaylardan biri ise hikayelerde duyduğumuz Kirke'nin neden erkeklerin içkisine iksir karıştırıp onları domuza çevirdiğine açıklama getiriyor. Adaya gelen denizcilerden biri Kirke'nin insanlara olan zaafından faydalanarak savunmasız olduğu bir anda ona tecavüz ediyor.  Bu kısmı hikaye açısından biraz zorlama bulsam da kitapta kaydettiğim birkaç alıntıya önayak oldu: "Ölümlüymüşüm gibi yapmıyordum. Parlak sarı gözlerimi her fırsatta gösteriyordum. Hiçbiri bir şeyi değiştirmiyordu. Yalnızdın ve kadınsın, önemli olan tek şey buydu." ve     " Ozanlar yılan gibi derdi belki ama artık yılanları iyi tanıyordum. Namuslu bir engereği her zaman yeğlerim, beni ancak onu rahatsız edersem sokar, daha önce değil." vb. gibi. 

Tam bu durumda, insanlara ve özellikle erkeklere karşı güveni tamamen yok olmuşken Kirke'nin karşına Odysseus çıkıyor. Odysseus, her ne kadar hikayelerde ve bu kitapta da zeki, şeytan tüylü ve çekici bir adam olarak anlatılsa da ben hep karısı Penelope, düşmanlarla 12 yıl tek başına mücadele edip, ülkeyi koruyup onu beklerken kah Kirke ile, kah Kalypso ile, nymphalarla gününü gün eden hayırsız ve bencil bir adam olarak görürüm onu. Neyse, Kirke ile Odysseus bir yıl beraber geçirdikten sonra bu kitapta Odysseus adadan ayrılınca Kirke'nin Odysseus'un oğluna hamile olduğunu öğreniyoruz. Aslında mitolojide birden fazla çocukları var, ama yazarın neden sadece tek çocuk olmasını ve onu da Kirke'nin yalnız başına büyütmesini seçtiğini bu hikaye açısından anlıyorum. Kirke'nin helicopter mother halleri gayet güzel düşünülmüş. Yazar, fırsattan istafe ederek Olimpos tanrılarını, özellikle Athena'yı biraz itin götüne sokmuş. Athena hırslı ve zeki ama bilge değil diye sık sık tekrarlamış. Bilgeliğin temsili, baykuşlu heykelleriyle bir sembol haline gelen Athena'ya biraz ayıp olmuş bence. Gerçi Medusa ve Arachne olaylarından dolayı ben de kendisine biraz gıcığım ama olsun. Bu hikayede Athena, Kirke'nin oğlu Telegonos'u öldürmekle kafayı bozmuş gibi görünüyor. Sonradan bunun gözde insanı ve kulu olan Odysseus'u korumak için olduğunu öğreniyoruz. Çünkü Telegonos, büyüyüp babasını ziyaret etmek isteyince, Athena'dan korkan ve iyice korumacı bir anne olan Kirke, kalkan balığı görünümünde olan denizin bilgesi, tanrı Trygon'un zehirli kuyruğunu bir mızrağa takıp oğluna veriyor. Bu mızrak ise Odysseus'un sonunu getiriyor. 

Mitolojinin bittiği kısımdan sonra yazarın hikayeyi bağlamasını aslında ben daha çok sevdim. Penelope ve oğlu Telemakhos, Kirke'nin adasına geliyor ve bir süre orada kalıyorlar. En çok da Penelope'nin hikayesinin mutlu sonla bitmesine sevindim. Çünkü hem bu kitapta hem de mitolojik hikayelerde, son derece güçlü, zeki, becerikli ve bilge bir kadın olmasına rağmen hep oturup Odysseus'u beklemesini çok hüzünlü bulmuştum. Bu kitapta Penelope, Kirke yerine Aiae cadısı olmaya karar verip hayatının iplerini eline almayı ve sonunda içindeki gücü keşfetmeyi seçiyor. Telegonos ise  Telemakhos yerine Athena ile İtalya'da bir krallık kurmaya gidip adadan ayrılmayı seçiyor. Kirke, önce yine yalnızlığa ve umutsuzluğa düşüyor, ama sonra sonunda herkesten önce kendine değer vermeyi seçiyor. Bu sayede Kirke, babası Helios'la bir pazarlık yapıp adadan ayrılmayı beceriyor ve Telemakhos ile sevgili oluyorlar. Biliyorum, Yunan mitolojisi ensest hikayerle, garip aşklarla dolu ama, oğlunun kardeşiyle sevgili olmayı yine de Kirke'ye yakıştıramadım (swh).

Kirke'nin kitaptaki sonu da bence çok yerindeydi. Hikayenin en başına dönüp, Kirke, Glaukos'u tanrıya çevirdiği noktada kendini de hep sevdiği insanlardan birini çevirmeyi umarak sihirli otun özütünü içerken kitabı bitiriyoruz. Zaten kitabın ana konusu da tanrıların kusursuzluğuna ve Kirke'nin kusurlu insanlara zaafına dayandığı için bence Kirke için yazarın hayal ettiği bu son çok oturaklı olmuş. Çünkü ne diyordu Kirke:
"Bir zamanlar tanrıların ölümün zıttı olduğunu düşünmüştüm ama artık her şeyden daha ölü olduklarını görüyorum çünkü hiç değişmiyorlar ve hiçbir şeyi elinde tutamıyorlar." 

Genel olarak toparlarsam, birazcık mitoloji temeliyle ve bazı hikayeler bilinerek okunursa çok keyifli bir kitap olmuş. Tam olarak beklentim ne bilmiyordum ama, ben o kadar övgüden sonra biraz daha çok beğenmeyi bekliyordum nedense. Ama yine de, tüm mitoloji meraklılarına önereceğim bir kitap olmuş. Mitolojiyi eril dilden kurtarmak biraz daha ferah bir hava vermiş. Biraz Aşk-ı Memnu gibi aşkı arayan bir aşk hikayesi de dersek de pek cringe olmaz bence. Bakalım Akhilleus'un Şarkısını da beğenecek miyim?

16 Ağustos 2021 Pazartesi

Dune: Çöl Gezegeni

 




"Korkmamalıyım.Korku akıl katilidir. Korku toptan yok oluşu getiren küçük ölümdür. Korkumla yüzleşeceğim. Üzerimden ve içimden geçmesine izin vereceğim.Ve geçip gittiği zaman, geçtiği yolu görmek için iç gözümü ona çevireceğim. Korkunun gittiği yerde hiçbir şey olmayacak. Yalnızca  ben olacağım."

" Bir süreç durdurularak anlaşılamaz. Anlama, sürecin akışıyla birlikte hareket etmeli, ona karışmalı ve onunla birlikte akmalıdır."

" Muad'Dib çok hızlı öğreniyordu, çünkü aldığı ilk eğitimin konusu "nasıl öğrenmeli" idi. Ve ilk ders, öğrenebileceğine dair kendine güvenmekti. Ne kadar çok kişinin öğrenebileceğine inanmadığını ve ne kadar çoğunun öğrenmenin zor olduğuna inandığını anlamak insanı şok ediyordu."

"Senin dışındaki herhangi bir şey; işte bunu görebilir ve buna mantığını uygulayabilir. Ama kişisel problemlerle karşılaştığımızda, en derin kişisel şeylerin, mantığımızın incelemesi için dışarı çıkarmakta en çok zorlandığımız şeyler olması insani bir özelliktir.Gerçekten kafamızı meşgul eden o en derindeki asıl şey dışında her şeyi suçlayarak onun çevresinde debelenmeye eğilimliyizdir. "

" Zihnin baskı altında hangi yöne gideceği büyük ölçüde eğitimin etkisiyle belirlenir. "

" İnsanın bilinçaltının derinliklerinde, bir anlam ifade eden, mantıklı bir kainata duyulan yaygın bir ihtiyaç vardır. Lakin hakiki kainat daima mantığın bir adım ötesindedir. "

" Din ve politika aynı arabaya bindiğinde, arabayı sürenler yollarında hiçbir şeyin durmayacağına inanırlar. Paldır küldür gitmeye başlarlar... gittikçe hızlanırlar, hızlanırlar, hızlanırlar. Karşılarına engeller çıkabileceği düşüncesini akıllarına bile getiremezler ve gözü kapalı koşturan bir adamın çok geç oluncaya dek uçurumu göremeyeceğini unuturlar. "

" Bir şeyi onu yok edebilen insanlar kontrol eder. "

" Hem zalimliğin hem de iyi yürekliliğin derinliğine inmedikçe neyin merhametsizlik olduğunu nasıl söyleyebilirsin? "

" Din diye adlandırılanların çoğu, hayata karşı bilinçsiz olarak düşmanca bir tavır taşımıştır. Gerçek din, yaşamın Tanrı'nın gözüne hoş görünen hazlarla dolu olduğunu ve eylemsiz bilginin boş olduğunu öğretmelidir.  Herkes, dinin kurallar ve ezbere dayalı öğretisinin büyük ölçüde aldatmaca olduğunu görmelidir. Doğru öğretiyi kolayca fark edersiniz. Onu yanılmaksızın tanırsınız çünkü içinizde, bunun daima bildiğiniz bir şey olduğu duygusunu uyandırır."

" Din, kendi kendine 'olmak istediğim gibi biri değilim' diyenler için bir çıkış noktası olarak kalmalıdır. Hiçbir zaman kendini beğenmişlerden oluşan bir topluluğun içinde boğulmamalıdır. "

" Şevkat, zalimliğin başlangıcıdır."

" Eğer bir çocuk, eğitimsiz biri, cahil biri ya da bir deli bir soruna yol açarsa, bu, o sorunu önceden görmediği ve önlemediği için otoritenin hatasıdır."

Dune serisi liseden beri okumayı düşündüğüm, ama ya çok ağır bir bilimkurgu serisiyse diye çekindiğim hep ertelediğim bir kitap serisiydi. Filminin çıkacağını öğrenince, bir arkadaşım da övünce dedim ben bir bakayım artık. Elimde de e-reader'da tüm seri en az 2-3 yıldır vardı aslında. Ama demek istiyorum ki, "where have you been all this time?". Cidden ergenliğimdeki heyecanla okuduğum, çok ama çok beğendiğim bir kitap oldu bu ilk kitap. Neden bilimkurgu diye sınıflandırıldığını anlıyorum, çünkü bir nevi space opera grubuna girecek bir konusu var, başka bir gezegeni, o gezegene adaptasyonu ve ucundan da olsa uzay yolculuğunu da anlatıyor. Kitabın 1965'te yazıldığını düşününce, otomasyon sistemleri, projeksiyonla yapılan toplantılar falan aslında epey füturistik de... Fakat benim gözümde daha çok fantastik edebiyatın bir ürünü hissi ve keyfi oldu. Çünkü bilimkurgu dışında pek çok fantastik olaylar örgüsünü deneyimledim, yine pek çok politika ve felsefe ve din alegorisini de hissettim bu kitapta. Zaten destan şeklinde yazdığım alıntılarda da pek çok felsefi ve siyasi göndermeler görülebilir. Bazen bu kitabın hikaye anlatıcılığı bana GRRM'i hatırlattı. Çünkü ASOIAF kadar olmasa da her kısımda bir karakter ve o karakterin bakış açısından ilerliyoruz. Diyaloglar ve taht oyunlarına olan detaylı entrikalar da biraz GRRM stiline benziyor. GRRM'in esinlediği pek çok fantastik alt yapı ve benzerliklerini de görebiliyorum (kendisi de seriyi sevdiğini söylemiş zaten). Bene Gesserit oluşumu misal... Toplumların dini ve kültürünü çok güzel inşa edilmiş ve hikayede çok önemli bir yer kapsıyor. Fakat bir konu var ki bu kitabı benim gözümden diğerlerinden çok net ayırıyor: o da su ve suyun önemi! Bir Çöl Gezegeni'nde suya aşırı önem verilmesinden doğal bir şey yok ama detaylar o kadar güzel anlatılmış ki evdeki suyu ziyan etmek bile beni rahatsız etti. İnsanlar damıtıcı giysi giyip terlerini bile yoğuşturup geri kullanırken, bizim evlerde şakır şukur duş almamız, sifonu kullarak dışkımızı ittirmek için onlarca litrejon su kullanmamız sanki hep ziyan gibi gelmeye başladı. Bir de burada bir kamu spotu gireyim, su krizi Avrupa'da, özellikle Akdeniz havzasında gerçekte de o kadar ciddi seviyede ki, birkaç nesil sonra çocuklarımız biz suyu böyle ziyan etmeye devam edersek, Arrakis'te Fremenlerin yaşadığı gibi su kıtlığı altında yaşabilir. Neyse kitabımıza dönelim. Kitaptaki Arapça isimler ve göndermeler de epey ilginçti. Şeyhulud, Muad'dib gibi çok sık geçen kelimeler bile hep Arapça kökenli. Amerikalı bir yazarın doğu kültüründen esinlenip kendi fantastik evrenine bunu objektif bir şekilde entegre etmesini de takdir ettim açıkçası.

Kitabın konusuna gelirsek, Atreides ailesi'nin su bolluğu içindeki Caladan gezegeninden imparator Padişah Şaddam IV'ün emriyle Arrakis gezegenine taşınmasıyla hikayaye başlıyoruz. Bu atamanın bir tuzak olduğunu bile bile sırf ailesini sürgün yaşama mahkum etmemek için Arrakis valiliğini kabul eden Dük Leto Atreides ve ailesini yakından tanımaya başlıyoruz. Eşi ama evli olmadığı için odalığı sayılan Jessica, bir Bene Gesserit üyesi. Bene Gesserit sadece kadınlardan oluşan, zihini ve bedeni çok sıkı disiplinlerle eğiten ve gezegenlerdeki politik dengeleri sağlayan bence kitaptaki en ilginç topluluk. Ayrıca soylar arasındaki evliliği ve bu evliliklerden doğacak kutsal bir kişiyi bekliyorlar. Kuisatz Haderah...Jessica kendine emredildiği gibi bir kız çocuk doğurmak yerine düke aşık olup kendi topluluğuna karşı çıkıyor ve bir erkek çocuk doğruyor. Ana karakterimiz Leto ve Jessica'nın oğlu Paul'un seçilmiş kişi, yani Kuisatz Haderah olduğu ya da olabileceği bize kitabın en başından söyleniyor zaten. Hem annesinin Bene Gesserit yöntemleriyle hem de babasının  yetenekli subayları Gurney Halleck, Duncan Idaho ve Thufir Hawat tarafından sıkı eğitimlerden geçen Paul çok zeki ve yetenekli bir ergen. Tıpkı ASOIAF evrenindeki the promised prince ya da Azor Ahai gibi kehanetler bu kitapta da bolca var ama olaylar olmadan nasıl olduğu ve kim olacağından kesin olarak emin olamıyoruz. Zaten tüm kitap kehanetler üzerine diyebilirim. Çünkü ana kahramanımız Paul'un önsezi ve geleceği görme yeteneği var. Biz okuyuculara da kitabın çok ilerisinde olacakları anlatan başka kitap alıntılarıyla Paul'le empati yapıp onun geleceği görme ama, sonsuz olasılıklar ve bağlantılar sebebiyle tam olarak nasıl olarak gerçekleşeceğini kestirememe lanetini paylaşıyoruz. 

Atreides ailesinin Arrakis'te ilk günleri, gezegeni ve su problemini tanımak, gezegenin en büyük gelir kaynağı olan baharatın (melanj) nasıl çıkartıldığını öğrenmekle ve gezegenin yerlileri ve hakkında çok şey bilinmeyen çöl toplumu Fremenleri öğrenmekle geçiriyoruz. Melanj aslında bir zihin uyarıcı bir uyuşturucu. Paul'ün önsezi yeteneği de o yüzden Arrakis'e geldikten sonra katlanarak artıyor. Kitapta bu ilk kısımlar biraz ağır ağır anlatılmış, okuyucu kaybetmeye müsait . Fakat eğer birisi bu yazıyı okuyorsa, tavsiyem mutlaka devam etsin, çünkü yaklaşık bir 100-150 sayfa sonra kitap çorap söküğü gibi açılmaya ve aşırı sarmaya başlıyor.

Kitabın taa en başından beri bize spoil edilen olayı oluyor. Yani Arrakis'i garip bir şekilde bırakıp gitmiş oyunu yapan Harkonnen ailesi, imparatorla bir olup Atreides'lere karşı entrikalar çeviriyor, dük Leto Atreides'i öldürüp gezegenin yönetimini ele geçiriyor. Öldü sanılan Jessica ve Paul'un çöle düşmesi ve Fremenlerin arasına katılmasıyla ise asıl macera başlıyor. Bizim Paul, Fremenlerin başına geçip onların siyasi ve dini lideri oluyor ve intikamını almak için planlara başlıyor...Fremenlerin gizemli kültürü, Paul'un hem dini hem de siyasi liderliğiyle ilgili kitaptaki göndermeler gerçekten çok iyiydi. Paul karakteri, gayet ilginç olsa da benin favori karakterim anne karakter, Bene Gesserit (cadısı) Jessica oldu. Umarım diğer kitaplarda da Jessica'nın önemi devam eder, çünkü epey tuttum ben kendisini. Atreides'ler bu kadar güzel ve net anlatılırken Harkonnenler ve özellikle ana kötü karakter Baron Harkonnen için aynısını söyleyemeyeceğim, çünkü kendisi biraz fazla şüşko kötü adam steorotipine sahipti ve aşırı karikatürleştirilmişti. Belki diğer devam kitaplarında bu düzeliyordur, ve umarım da öyledir. Kitaba dair diğer bir eleştirim ise, giriş ve gelişmenin gayet özenli ve detaylı olmasına karşın sonuç ve bağlanma kısmının biraz paldır küldür ve anticlimactic olması. Buna rağmen yine de genel hatlarıyla çok beğendiğim bir kitap oldu.

Herkes en güzel kitabının ilk kitap olduğunu söylese de hikaye öyle bir yerinde kaldı ki ben birkaç kitap daha devam etmeyi düşünüyorum. Bu arada filmi, aktörleri, fragramanları ve müzikleriyle her şeyiyle fazla merak uyandırıyor. Belçika'ya 15 eylülde gelir gelmez ilk gidenlerden biri sanırım ben olacağım! Umarım hayal kırıklığına uğratmaz. O arada ben ikinci kitabı okuyor olurum herhalde. Bir sonraki Dune kitabı yazımda görüşmek üzere o zaman!

P.S.  Bu arada Youtube algoritması karşıma şöyle bir video çıkardı. Kısa bir animasyonla benim yazdıklarımdan çok daha güzel tanıtmışlar kitabı. Buraya kadar geldiyseniz bence bunu da mutlaka izleyin!



27 Temmuz 2021 Salı

Best Disney songs in Turkish

Evet, tüm gereksiz bilgilerimi derlediğim blogumda yine çok kritik bir konuya değineceğim. Disney şarkıları bence bir dili yabancılara göstermenin en güzel yollarından biri. Bir süredir Disney şarkılarını farklı farklı dillerde dinlemeyi çok seviyorum. Dedim ki neden Türkçe versiyonlarını en beğendiklerimi burada toparlamayayım :)

 1. Hercules- I won't say I'm in Love (Aşığım Diyemem)

Bu şarkının pek çok farklı versiyonunu dinledim. Ana dilim diye demiyorum gerçekten en iyisi Türkçesi. Bunu izlerken zavallı Megara'nın mitolojideki talihini düşünmek istemiyorum. Varsın olsun, bu filmdeki mutlu son kalsın aklımızda, değil mi?


2.  Mulan- Reflection (Karşımda Bekleyen)

Bu şarkı ve sözleri çok güzel. Türkçe versiyonuna sanki daha fazla anlam katmışlar, çok başarılı olmuş.

Şarkıcı: Tuba Önal


3. Tarzan - Son of A Man (Sen Adam Olursun Bir Gün)

Tarzan filminin yeri bende çok özel. Çocukken evimize aldığımız ilk çizgi film DVD'siydi. Sanırım filmi en az 50 kez falan izlemişimdir. Şarkılarını da hala ezbere biliyorum. Bu şarkı pek çok dilde güzel söylenmiş ama Türkçesi ayrı bir güzel olmuş bence. Diğer güzel şarkı da Two Worlds One Family (İnsanlar ve Hayvanlar) uyarlanmış. Annem bize DVD'yi aynı haftada 5. kez izlerken bağırırdı, arkadan da bu çalardı "çocuğunu kaybeden anneeeee, teselli olmaz sözlerleee" hahaha.

Şarkıcı: Fatih Erkoç


4. Pocahontas- Colors of the Wind (Gel Boya Binbir Rengiyle Rüzgarın)

Yine güzel bir çeviri var şarkı, Tuba Önal'ın sesiyle beğendiğim 2. Disney şarkısı.


5.  The Lion King- Be Prepared (Hazır Olun)

Her ne kadar bana malum partinin sloganlarını hatırlatsa da, Scar'ın bu şarkısının hem çevirisi hem de uyarlaması güzel olmuş.

Şarkıcı: Şahin Çelik


Bonus: The Little Mermaid- Part of Your World (O Dünyada)

Sözleri ve çevirisi biraz baştan savma olsa da Şebnem Ferah'ın sesiyle bu şarkıyı da eklemek istedim:


Not: Disney In Turkish youtube kanalına teşekkürler. Aradığım tüm şarkıları sayesinde kolayca bulabildim. Hemen subscribe butonuna da tıkladım :)

21 Temmuz 2021 Çarşamba

Loki

 

Source: Polygon


Bölüm sayısı: 6
Yayın yılı: 2021
Benim puanım: 9/10 

Merhaba, ben 10 yaşındayken Bilim Teknik dergisinden paralel evrenler teorisini okuyup arkadaşlarımın kafasını ütülemiş, şimdiye kadar karşıma çıkan tüm zaman yolculuğu ve alternatif evrenler ile ilgili dizileri, filmleri animeleri zevkle tüketmiş, Steins;Gate'i baştan sona iki kez izleyip oyununda da farklı timeline'ların hepsini denemiş o garip nerd. Multiverse ile ilgili Marvel'ın timey wimey stuff Loki serisini doktora tezim kapıya kadar dayanmışken kaçıracağımı sandıysanız yanılmışsınız.Kendisini dizi görmemiş masum köylüler gibi iki gün içerisinde tükettim. Bu dizi bana yer yer Doctor Who eski sezonlarındaki keyfi verdi. Zaman yolculuğu, daha ziyade alternatif evrenler üzerine olan nerdlüğümü yeterince tatmin etti ve Doctor Who'da beklediğim ama alamadığım Female Doctor beklentisini ve fazlasıyla karşıladı. Hepsine tek tek geleceğim. 

Dizide izlediğimiz Loki, End Game'de Avengers'ın zamanda yolculuk yaparak New York savaşından sonraki zamana geldiğinde Teserract'ı alıp kaçma şansı yakalayan bir Loki variant'ı. Yani alternatif bir zaman çizgisinde var olan bir Loki. Fakat bu dizide olanlar sebebiyle yine de tüm Marvel dünyasıyla bağlantılı. Neden mi, çünkü bu dizide olanlar tüm Marvel evreninde olan her şeyi alt üst edip baştan yazacak nitelikte büyük şeyler! Dizide bu kaçıştan sonra Loki bazı TVA (Time Variance Authority) muhafızları olarak kıskıvrak yakalanıyor ve büyünün geçmediği ve zamanın farklı aktığı, zamanın dışında var olan bir boyut olan TVA'ye getiriliyor. TVA, bence sadece Marvel adına değil, genel manada çok ilginç bir yer olmuş.TVA, Time Keepers denilen üç tane tanrısal varlık tarafından korunan ve zamanın olağan gidişine müdehale edenleri elimine eden bir yapı. Çalışanları kendilerine analyst diyen bürokratlar ve ayrıca isimleri olmayan, C-20 gibi kod adlarıyla çağrılan muhafızları var. Bu insanların hepsi Time Keepers tarafından yaratıldıklarını ve kutsal bir görev için var olduklarını düşünüyorlar. Ayrıca Renslayer adında bir yargıçları var, bu düzenin dışına çıkan insanları mahkemeye çıkarıyor ve yargılıyorlar. MCU'nun şimdiye kadar gördüğümüz sacred timeline akışını bu yapı koruyormuş. Avengers'ın zamanda yolculuk yapıp değiştirdiği zaman çizgisi de bu akışın içinde aslında. Zamanın kontrol edilmesi ve bunun kutsal bir görev addedilmesi açısından TVA, bana biraz Discworld'deki History Monks'ların yaşadığı vadiyi anımsattı. Fakat ütopik bir düzen gösterip aslında arka planda başka şeyler dönmesi ise sanki biraz Brave New World'e göz kırpıyor. 

Belki benim kadar bu konuya takık olmayan bazı izleyiciler, sanki TVA hiçbir paralel evrene izin vermiyor gibi algılamış. Fakat benim anladığım, aslında belirli paralel evrenlere izin verildiği ama tıpkı Steins;Gate'de olduğu gibi divergence point yaratacak sınırı geçecek şeylere (nexus) müdehale edildiği oldu. SG'de Suzuha'nın anlattığı gibi bir halatta bir sürü ip var, hepsi aynı yere çıkıyor (aynı sonuca çıkan farklı zaman çizgileri) ama bu iplerden birini ayırıp halatı bölersen ve başka bir halat çıkarırsan bu artık divergence'a yani bu dizideki adıyla nexus'a giriyor. Hatta bunu bir nevi basit matematiksel ifadeyle dizideki yapay zeka Miss Minutes şöyle aktardı (tabii benim de eksik anladığım kısımlar olabilir, farkederseniz ve benimle iletişime geçerseniz, zevkle tartışırım :)):
source: Marvelblog

Özetle bu ana sürekliliğin dışına çıkan ve nexus yaratan herkese Variant deniyor. Bizim Loki de Teserract'ı çaldığı için bu gruba giriyor. Normalde Loki, yargıca göre yok edilmesi gerekirken Mobius (Owen Wilson) adlı bir analyst/ajan Loki'yi başka bir konuda kullanabileceklerini söyleyerek kurtarıyor. Bu Loki, haliyle Thor Ragnarok ve Infinity War gibi karakter gelişimine yardımcı olan olayları yaşamamış hala muzip ve bencil olan Loki. Loki, yani İskandinav mitolojisindeki God of Mischiefs, bana Yunan mitolojisinde, yine muzip bir tanrı olan, yaptığı her şey yanına kalan ve şeytan tüyüyle olaylardan sıyrılan Hermes'i hatırlatıyor. Neyse, bu dizi sadece mitolojiyle köşesinden alakalı olduğu için oraya çok girmeyeyim ama mitolojiye meraklıysanız, özellikle Yunan mitolojisi hakkında daha çok şey öğrenmek istiyorsanız Mitolojik İnciler podcastını şiddetle tavsiye ederim: 

Reklamlardan sonra devam edelim. Bu dizide ise aslında bozmasaydı yaşam çizgisinde neler yaşayabileceğini bir videoda izleyip öğrenen Loki, tamamen değişiyor ve samimi bir şekilde Mobius'a yardım etmeye karar veriyor. Tabii, muziplikler tanrısı muzipliğini tamamen bırakır mı, hayır. Yine arka plandaki motivasyonu, TVA'in arkasındaki güç bu Time Keepers'ı görmek ve bir an önce TVA'den kurtulmak. Çünkü muzipliği ve zekasıyla Loki, ütopik gibi görünen bu kutsal evrende bir bit yeniği olduğunu çözüyor. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim Owen Wilson ve Tom Hiddleston arasındaki kimya harikaydı. Hele Tom Hiddleston, MCU'da aşırı bayılmasam da bu dizide benden bir fan girl'lük kopardı. O nasıl bakmak, o nasıl ağlamaktır. Yavru köpek gibi bir adam asjaksjajs. Bizim Loki'yi kullanmak istedikleri olay meğerse yine başka bir Loki variantı olan ve amacı TVA'yi yok etmek olan Sylvie'yi yakalamakmış. Loki'nin kadın variantı olan Sylvie, tüm hayatını çocukluğundan beri TVA'den kaçmakla geçiren travmatik bir karakter. Kaçarken kıyamet anlarına sığınıyor, çünkü kıyamet anlarında nexus yaratamıyor ve ne yaparsa TVA'nin gözünden kaçabiliyor. Bunu kendini bilen bizim Loki farkediyor ve Sylvie'yi 2044'teki bir kıyamet senaryosunda bulabiliyor. Fakat bizim Loki'ler bir şekilde birbiriyle takım olup TVA'den kaçıyorlar. Sylvie, bana Doctor Who'da alamadığım Female Doctor keyfini fazlasıyla verdi, harika bir Loki olmuş. Lokiler arasındaki bağ ile aslında bir aşk hikayesi de izlemiş olduk. Ultra bir narsist olan Loki'nin (Mobius'un dediğine göre sesmik bir narsisizm), Sylvie'ye yani kendinin farklı bir variantına aşık olması bana çok doğal ve mantıklı geldi aslında. Hatta bir romans olarak beğendim bile. Bence Freud da görse aşırı keyiflenirdi :). 

source: insider.com

Loki ve Sylvie aralarında bir bağ kurulunca yenilmez oluyorlar ve TVA'yi altüst edip Time Keepers'ın aslında sahte androidler olduğunu açığa çıkarıyorlar. Ayrıca Sylvie'nin düşünce okuma gücüyle de TVA'deki tüm insanların aslında variant olduğunu öğreniyoruz. Çünkü Sylvie, bizim Loki gibi ilüzyon büyüsü yapamıyor, ama enchantment adını verdiği bir güçle insanların düşüncelerini ve bedenlerini kontrol edebiliyor. Bu noktada, Renslayer karakteri de ilginçti. Çünkü Sylvie'yi çocukluğundan beri tanıyor ve Time Keepers'ın sahte olduğunu öğrenmesine rağmen yine de kutsal bir amaç için varolduğuna inanmak için ısrar ediyor. Renslayer, Mobius'a ek olarak bizim Loki'yi de elindeki pruning aletiyle yok ediyor. Fakat Sylvie bu işin peşini bırakmıyor ve aslında yok edilen variantların ölmediğini (hatta net bir şekilde yok edilemeyeceğini) ama onların zararsız olabilecekleri zamanın bittiği bir boyuta (the Void) gönderildiğini öğreniyoruz. Hala Time Keepers'ın sahte olmasının şokunu atlatamayan ve şu ana kadar hayatını mahveden kişiden intikam almak isteyen Sylvie, Loki'yi takip edip kendi kendini prune ediyor ve void'e gidiyor.  Böylece zurnanın zort dediği bölüme geliyoruz.

Void bölümü harikaydı. Burada Classic Loki, Child Loki ve Timsah Loki (!) de dahil olmak üzere pek çok Loki variantıyla tanışıyoruz. Bence en cool'u yaşlı olan Classic Loki'ydi. Bana Peter Capaldi'nin Twelfth Doctor'unu anımsattı biraz. Void, Alioth adı verilen bir dumanlı gölge canavarı tarafından korunuyor ve gönderilen variantların kaçmasını da bu canavar neredeyse imkansız hale geliyor. Fakat Mobius, Sylvie ve tüm Lokiler bir araya gelince bu imkansızı aşmayı başarıyorlar. Alioth yok edilince arkasındaki bir şatoda yaşayan ve bu olayların arkasındaki asıl kişiyle, yani He Who Remains'le tanışıyoruz. He Who Remains, çizgi romanlarda da  yer alan bir karakter, (conquerer) Kang imiş. Çizgi romanları okumadığım için sadece bu diziden yorum getireceğim. 

Kang bize, aslında 31. yüzyılda yaşayan bir bilim adamı olduğunu ve paralel evrenleri keşfedip hepsinin tek bir zaman çizgisinde birleştirilebileceğini farkettiğini anlatıyor. Fakat kendisinin tüm variantlarının iyi olmadığı için ve bu evrenleri ele geçirmek için Multiverse War'u başlatmışlar. Kendisinin variantları arasındaki en iyi kişi olduğunu, Multiverse War'u sona erdirmek için TVA'yi kurduğunu iddia ediyor. Yani, TVA aslında Kang'ın Multiverse War'ı başlatmasına sebep olacak olayları sonladırmakla görevli, divergence point ise buna göre çiziliyor.  Kang, Sylvie ve Loki'ye iki seçenek sunuyor. Ya Sylvie intikamını alabilecek ve Kang'ı yeni bir Multiverse Savaşı'na sebep olma pahasına öldürebilecek ya da Loki ve Sylvie kontrolü ondan devrealabilecek. Bu noktada, bizim yeterince olgunlaşmış olan Loki'miz (kıymetlimisss), Sylvie'yi adamı öldürmemesi konusunda ikna etmeye çalışıyor. Diyor ki "I just want you to be okay", yani sadece "bizim" iyi olmamızı istiyorum. Bak sen bizim aşık narsistimimize... Fakat hayattaki tek amacı intikam olan Sylvie, buna karşı çıkıp Loki'yi alt ediyor ve Kang'ı öldürüyor. Sylvie, gördün mü bak ne yaptın:


source: unknown

Senin yüzünden şimdi tüm bu filmleri izlemek zorunda kalacağız. Yani, Sylvie Kang'ı öldürerek Marvel için bambaşka dünyalara kapılar açıyor. Olasılıklar sonsuz. Zaman akışı linear olmadığı için, TVA'in kurulumu da Kang'ın ölümüyle engelleneceğinden geçmişte TVA'in müdehale ettiği olaylar da değişebilir. Yani geçmişteki olayların da değişmesi ve farklı paralel evrenlere çıkması çok olası. Zaten TVA'de Infinity Stone'ların kitap desteği olarak kullanılması yeterince şok ediciydi. Şimdi açılan bu sonsuz paralel evrenlerde kim bilir neler göreceğiz. Sylvie'nin bu cinayetinden sonra Sylvie tarafından bir boyut kapısıyla zoraki TVA'ye gönderilen Loki, orada Mobius'u ve diğerlerini uyarmaya çalışıyor ama onu tanımıyorlar bile. Son bölümü de TVA'deki Time Keepers heykellerinin Kang'in evil variantlarından birinin heykeliyle değiştiğini gösteren sahneyle bitiriyoruz.

Bu yolda açılan gelecek filmlerinden, en merak ettiğim film bir Doctor Strange filmi olan Multiverse Madness. Doctor Strange, Wanda ve Loki'nin olduğu bir film olursa da tadından yenmez bak. I have a dream!

Not: Bu postu blogumu okuduğundan bile emin olamadığım, fakat artık "variant" kelimesini duyunca Coronavirus'ü değil de, Loki'yi düşünen sevgili akustikinsan'a adıyorum :)









14 Temmuz 2021 Çarşamba

Black Widow

source: Wikipedia


Yayın yılı: 2021 

Süre: 134 dakika

Benim puanım: 7/10 (maalesef IMDB ile aynı)

Gelelim Marvel'ın eril elemanlarından dolayı çok zor sırası gelen Natasha Romanoff karakterinin hikayesini anlatan film, Black Widow'a. Çok büyük beklentilerle gidilmezse aksiyonlarla dolu eğlenceli bir film olmuş, fakat bana göre potansiyelini yeterince kullanamadığından biraz eksik kalmış bir film. Avengers dışında hikayesini pek bilmediğimiz Natasha için özellikle Soul Stone için Hawkeye yerine kendini feda etmesinden sonra daha güzel bir film yapılabilirdi bence. End Game'de Natasha'nın ölümünün sinemada sadece bir durgunluk yaratıp sonra Tony Stark ölünce herkesin karalar bağlamasını da unutmadım, bak. Bari bu filmde hakkı daha iyi verilseydi... 

Film, Ohio'da ergen bir Natasha ve sonrasında gerçek olmadığını öğrendiğimiz 3 yıl boyunca beraber vakit geçirdiği ailesiyle ve fahri küçük kız kardeşinin olan Yelena'yla açılıyor. Bence bu sahneler gayet etkileyiciydi, o yüzden hiç beklentim olmamasına rağmen bu sahneler yüzünden belki güzel bir film izleyeceğiz diye umutlanmıştım. Gerçek olmamasına rağmen mutlu aile hayatları bir yemekte baba karakterinin getirdiği haberle buz gibi kesiliyor ve gayet aksiyonlu bir kaçış sahnesinden sonra Natasha'nın sahte kardeşi olan ve o sıralarda 6 yaşında olan Yelena'ya ne kadar bağlandığını ayrılık sahnesiyle anlıyoruz. Çünkü Sokova'dan bir yetim olarak alınıp diğer kaçırılan kız çocuklarıyla beraber widow (bir nevi gizli Sovyet ajan) olarak yetiştirilirken kendi başına gelenlerin bu küçük kızın başına da gelmesini istemiyor. Fakat istediği olmuyor ve ikisini ayırarak widow olarak yetiştirme kampına yani Red Room'a gönderiyorlar. Bu açılış sahnesinden sonra Civil War sonrası timeline'da artık yetişkin olan Natasha'nın Norveç'te inziviaya çekildiğini görüyoruz. Bir yandan Budapeşte görevde olan yetişkin Yelena (Florence Pugh), widow'ların beyin kontrolü altında oldığunu farkediyor ve bu kontrolü sıfırlayan kırmızı renkli bir kimyasalı bazı gizemli olaylarla keşfediyor. Bu sıvıları ablası Nat'e gönderiyor ve Natasha kendini takip eden bir nevi android olan Taskmaster'la aksiyonlu bir dövüşten sonra kimyasalı alıp Yelena'nın yanına yani Budapeşte'ye gidiyor. Scarlett Johanson ve Florence Pugh'ın kardeş çekişmeleri ve dinamikleri çok güzel olmuş. Daha doğrusu bence filmin en güzel yanı Yelena karakteri olmuş.

source: Geekyapar

Yelena karakteri sürekli Black Widow'un Avengers'layken super hero landing pozu kesmesiyle dalga geçmesiyle epey herkesi güldürdü. Muhtemelen end scene'de gördüğümüz kadarıyla Black Widow kostümünü Scarlett'tan devralacak gibi de gözüküyor. Bence şimdilik iyi bir karara benziyor, çünkü tuttum ben bu Yelena'yı!

Neyse, filmden devam edelim; kız kardeşlerimizin bir araya gelmesinden sonra asıl macera başlıyor. Budapeşte'de yoğun aksiyonlu, normalde 100 kere ölmeleri gereken sahnelerden sonra Natasha yıllar önce öldürdüğünü sandığı widow'ları yetiştiren Red Room'un patronu Dreykov'un aslında hala hayatta olduğunu Yelena'dan öğreniyor. Dreykov'un yerini öğrenmek için önce Sokova'daki yüksek güvenlikli bir hapishaneden 3 yıl boyunca onlara babalık rolü kesen Alexis'i yine aşırı aksiyonlu sahnelerle kaçırıyorlar. Filmin şamata karakteri görevini gören Alexis aka Red Guardian karakterini bu arada Stranger Things'den komiser olarak tanıdığımız David Harbour canlandırıyor ve bence Yelena karakterinden sonra diğer başarılı karakter de o olmuş. Binbir çabaya girip kaçırdıkları Alexis'in de maalesef ki Dreykov'un yeri hakkında bir fikri yokmuş. Fakat Alexis'ten filmin başında anne karakterini oynayan Melina'nın (Rachel Weisz) aslında Dreykov'un emrinde olan birinci sınıf bir bilim insanı olduğunu öğreniyoruz ve Melina'yı bulmak filmin yeni macera mekanı St. Petersburg'a geçiyoruz. Melina karakterini canladıran Rachel Weisz için tek söyleyeceğim, filmi sadece tek bir ifadeli poker face'le geçirdiği. Sterotipik Rus'a uysun diye bilerek mi bu poker face'i takındı bilemeyeceğim. Zaten film Sovyet Rusya klişeleriyle doluydu ki oraya hiç girmeyeceğim. Rachel Weisz'ı Mummy'den sonra  ilk defa görüyorum ve söylemem gerek ki 51 yaşında olmasına rağmen hala gayet taştı.

Melina'nın çevirdiği bir dalavereden sonra sonunda Red Room'a Natasha, Alexis ve Yelena'yla giriş yapıyoruz. Red Room aslında ana kötü karakterimiz Dreykov'un beyinlerini kontrol ettiği widow'larla dünyayı kumanda ettiği bir uyduymuş. Şahsi fikrime göre film güzel başlamışken Yelena karakteriyle yükselip Alexis karakteriyle mizaha girmişken bu Red Room kısmından sonra iyice düşüşe geçti. Çünkü kaçırılan kız çocuklarının widow olarak yetiştirilmesi gibi apaçık bir hikaye varken Dreykov'un rol kesmelerini ve sonra android olan Taskmaster'ın aslında Natasha'nın Dreykov'la beraber yıllar önce öldürmek için bombaladığı Dreykov'un kızı olduğunun açıklanmasıyla biraz kabak tadı veren bir hikayeye dönüştü. Dreykov'un kızı Antonia'nın hikayesi çok yüzeysel ve havada asılı kaldı, bence hiç olmasa da olurmuş. Filmin sonunda Natasha aka Black Widow, Alexis, Melina ve Yelena'nın da yardımıyla Red Room'u ve Dreykov'u yok edip widowları özgürlüğüne kavuşturuyor. Yelena da diğer kızlarla birlik olup ayrılırken Natasha Avengers dışında ikinci bir ailesi olduğu mutluluğunu yaşarken de filmimizi bitiyoruz. 

After credits sahnesine gelirsek, End Game'den sonra Natasha'nın mezarına gelen bir Yelena sahnesini izliyoruz. Mezarlıkta Hydra'yı temsil eden Valentina karakteri, Yelena'yı ablanı öldüren Hawkeye'ydi diye kandırıyor ve Yelena karakterinin buradan muhtemelen Hawkeye filmine bağlanacağını anlıyoruz. Haydi bakalım...

4 Haziran 2021 Cuma

Gokushufudou (The Way of the Househusband)



                                                       image: tvtropes

Yayın yılı: 2021

Bölüm sayısı: 5 

Platform: Netflix

Eski bir yakuza üyesi olan Immortal Dragon lakaplı Tatsu, mafya işlerini bırakıp evinin kocası olmaya karar verirse ne olur? Bu hikayenin mangası olduğunu duyunca önce biraz gülmüştüm, sonra Netflix'te animesi çıkınca ve 15'er dakikadan sadece 5 bölümcük olunca kaçırmadım. Ana karakterimiz Tatsu, korkulan güçlü bir yakuza üyesiyken karısı Miku ile evlenince yakuzadan ayrılıyor ve evinin erkeği olmaya karar veriyor. Beş bölüm boyunca aslında Tatsu'nun shiba inu önlüğüyle evde yemek yapmasını, süpermarkette kupon biriktirip indirim kovalamasını, işten eve yorgun gelen karısına masaj yapmasını ve adeta suç mahalini temizlercesine ince iş temizlik yapmasını izliyoruz . Alışverişe gittiği zamanlarda eski rakip mafya üyeleriyle karşılaşınca aralarında epey komik diyaloglar geçiyor. Komşu kadınlarıyla temizlik ve alışveriş ipuclarını paylaşıp beraber yoga ve aerobiğe bile gittikleri sahneler var aksjkasjaks .Arada evin kedisinin gözünden de yine bazı komik sahneleri izliyoruz. Bence gayet güzel olmuş!

--- Spoiler ---

En çok 3. bölümde yüksek sesle kahkaha attım. Tatsu'nun eski rakibi olan bir yakuza üyesi hapisten çıkınca sokakta seyyar krepçi açıyor. Tatsu'yla karşılaşınca da atışma olarak o krep yaparken bizim house-husbando da acelece alışveriş poşedinden çıkardığı malzemelerle reçelli bir tatlı yapıyor. Sonra kaldırımlara yatarak yaptıkları tatlıların fotoğraflarını çekip instagrama atıyorlar ahsajhas. İkisi de 0 like alınca küsüp kavgalarına da son veriyorlar. Bu sahneleri izlerken cidden haykırarak güldüm :D 

Son bölümde Tatsu eski patronun köpeğine küçük bir kazak dikip köpeğe giydirince adamın ergen kızlar gibi 'kawaii!' diye kendinden geçmesi de epey komikti.

--- Spoiler ---

Beş bölümle biraz tadımlık ama gayet komik olmuş. Tek şikayetim garip animasyonu, çünkü anime demeye bile dilim varmıyor. Sanki manganın sayfalarını renklendirip seslendirmişler ve visual novel gibi bir şey olmuş. Onun yerine adam gibi anime yapıp 12 bölüm yapsalarmış şükela olurmuş. Sırf bu yüzden puanım:

7.5 /10