6 Aralık 2010 Pazartesi

Yürüyen Ölüler!

Evet The Walking Dead isimli diziden bahsediyorum.Son 48 saat içinde ilk sezonunu bitirdiğim (6 bölüm zaten).Her ne kadar bildiğimiz zombiden bahsetseler de o sözcüğü kullanmayıp hep 'walker' diyorlar.Cumartesi gece yarısı başladım izlemeye ve 5 bölümü izledim,sonra zaten sezon finali olan 6.bölüm de bugün torrente düştüğünden onu da biraz önce bitirdim.İlk 5 bölümü arka arka izlediğimden biraz etkisinde kalmış olacağım ki dün gece boyunca türlü türlü kabuslar gördüm.
Oldum olası geceleri karanlık denizden korkmuşumdur,asla gece yüzmeyi cesaret edemedim zaten.Gündüz vakti deniz aşığı olan ben, geceleri denize çok yaklaşmam bile düşerim korkusuyla.Hep o sonsuz karanlık suyun içinde kaybolacakmışım gibi gelir.Hatta hatırlıyorum da yıllar önce,2000 yılında Çeşme'deyken babam işten geç döndüğünden akşam 7 gibi denize giderdik de hava kararana kadar yüzerdik kardeşimle.Su hafiften renk değiştirip koyulaştığında hemen çıkardım ama ben. Öyle bir korkum vardı hep,evet.Dün geceki kabuslarımda da onla bol bol yüzleştim.Sarhoş olup sadece ayaklarımı soktuğum denizde inferius benzeri zombiler tarafından derinlere sürüklenmeler falan...Etkilenmişim diziden belli.

Dizi bana nedense bir Lost havası sezdirdi.Karakterlerini Lost'takiler kadar henüz sevip bağrıma basamasam da (yeni başladık yahu izlemeye) bir şekilde bana sürekli Lost'u anımsatıyor her bölümüyle.Konu alakasız ama işleyişi belki...bilmiyorum.Sezon finali beklediğimden biraz sönüktü ama o özellikle 4.bölüm ile gönlümde yer etmeyi başardı şimdiden.O malum 4.bölümde; kardeşi Amy kollarında ölürken Andrea'nın o çaresizlik anını öyle güzel işlemişler ki ve Andrea'yı oynayan abla öyle güzel oynamış ki gözlerimin dolduğunu inkar etmeyeceğim. "Amy, I don't know what to do" derken sesindeki umutsuzluk o an ister istemez empati yapmama sebep oldu.Kendinden küçük bir kız kardeşi olan her abla en azından hissetmiştir o duyguyu.Neyse güzeldi yani.Keşke sezon finali de daha güzel olsaydı; ama bakalım 2011 deseler de yeni umutların yeşerdiği bir sezon bekliyoruz.Hem sezondaki bölüm sayısının 6 olmasıyla da şimdiden Lost gibi sonlarda sıçıp sıvamayacağını garantilemiş gibi görünüyorlar.Göreceğiz...

2 Aralık 2010 Perşembe

Hana Yori Dango - 花より男子

Bu aralar da buna sardım.Bu aralar dediğim daha dün başladım.Zaten topu topu 9 bölüm.Gerçi 2.sezon da varmış da orasını şimdi bilemeyeceğim.7 bölümünü izledim ilk sezonun,diğer 2 bölümü de gece yarısına bıraktım.Aslında şu anda Japonca kompozisyonumu yazmam lazım ama feci derecede üşeniyorum,cidden şu internet kötü bir alışkanlık.Ondan sonra da Instrumental Analysis sınavına çalışsam (cumartesi günü olacak olan) hiç fena olmaz.Dedim önce Japonca ya dili ne olsa şu diziyi biraz izleyeyim,sonra Japonca aşkına gelir yazarım ama yok abicim.Zaten kursu bırakıyorum;şu kompozisyonu teslim edince 4 kur bitirmiş olacağım.Devam etmek isterdim ama hiçbir şeye yetişemiyorum artık.Biraz da hevesim kaçtı itiraf etmek gerekirse.Yine de alttan aldığım dersler dağlar gibi olmasa,sürekli masraflarımdan kısmak zorunda kalmasam kesin bitirirdim temeldeki 8 kuru ama kısmet değilmiş.Neyse Japonca ile ilişkimi de kesmiş değilim ya niye üzülüyorsam? İngilizce'den sonra ikinci yabancı dilim olacak şekilde her zaman geliştirmeye çalışacağım onu.Sonra da İsveçce ve İspanyolca öğrenmek gibi düşüncelerim var ama çok havada kararlar,göreceğiz bakalım.Neyse lan başlığı yazdık diziden bahsedelim biraz da değil mi;

Bildiğin shoujo animelerin gerçek insanlarla oynatılmış hali ya bu.O abartılı mimikler,tepkiler falan hep aynı; ama gerçek insanların oynaması o animemsi(nasıl bir kelime bu!?) havayı bozmamış.Baş roldeki ablamız da pek bir taş (pek çok Japon hatunun aksine yani en azından benim gözlemime göre) ama erkekler yine tipsiz.Allah'ım giyimleri ne öyle erkeklerin; felaket!Ellerde parlatıcılar,altın sarısı takım elbiseler ve sivri burun ayakkabılar...Türk erkeklerini bile onlara tercih edeceğim bir halk varsa onlardan biri de Japon'lardır herhalde.Neyse tipleri geçelim dizi çok eğlenceli ya bildiğin pembe dizi ayarında bir shoujo izliyorum sanki.Fakir kız zenginler lisesinde.Yemeğini döküyorlar,hırpalıyorlar falan.Bir ara içkisine ilaç bile kattılar lan aakejdkfjdkf .Nuri Alço müziği bekledim arkadan o sırada; ama çalmadılar,kınadım. Neyse iki erkeğin arasında kalan bir aşk hikayesine dönüşüyor son bölümlere doğru ama çok komik öğeler var bu da diziyi eğlenceli yapıyor.Böyle bir Asya dizisini seveceğimi düşünmezdim hiç; ama gerçi bu en iyilerinden biriymiş, doğaldır.Hatta feysbukta bile beğendim gaza gelip.O yüzden blogumu görmeyecek olsa da bana bölümleri dvd'ye çekip veren arkadaşa teşekkürü borç bilirim.

Ha bir de şu şarkı var, çok iyi ya! İkitai yo...bla bla diye mırıldanıyorum iki saattir.
">

1 Aralık 2010 Çarşamba

So what?

Şu "apathy" kelimesi bana gerçekten çok uygun.Olaylar karşında hep tepkisizim,gamsızca sanki başkasının başına geliyormuşçasına önemsemiyorum hiçbir şeyi. Sonradan boşluğa düşünce anlıyorum gerçekten kötü bir şey olup olmadığını.Tuhaf bir biçimde hiçbir şeyden zevk alamıyorum, hiçbir şeye şaşıramıyorum,hiçbir şeye sevinemiyorum ve daha da kötüsü hiçbir şeye üzülemiyorum.Sanki uyuşturulmuş gibi "haaa öyle mi,tamam olsun" diyerek geçiyorum.Üniversiteye başladıktan sonra oldu ama bu; daha önceleri bu kadar ruhsuz bir insan değildim.Ne oldu da bu hale geldim, bilmiyorum.Bazen sanki genç bir bedende yaşayan yaşlı ve yorgun bir ruh gibi hissediyorum kendimi.Her şeyden bıkmışım da umursamıyormuşum gibi...

Ne yaşadım ki şimdiye kadar.Hiçbir şey...Ne mükemmel bir sevgili olabildim, ne mükemmel bir arkadaş, ne mükemmel bir öğrenci ; ne de mükemmel bir insan.İnsanlara bu umursamaz görüntümün altında aslında onlara düşündüklerinden daha çok değer verdiğimi söylemek isterdim.Kırıcı bir söz söyleyince kırılabileceğimi, hayatımdan çekip gittiklerinde üzülebileceğimi,ağlayamasam da yas tutabileceğimi...ama bunları gerçekten yapabilir miyim artık ben bile bilmiyorum.Çok depresif oldu yine bu da sanki,bir gün mutlu bir anımı paylaşırken yazabilecek miyim buraya,bilmiyorum.Neden elimdekilerle yetinmeyi bilmeyecek kadar karamsarım ha?

22 Kasım 2010 Pazartesi

悪夢&夢

Bugünlerde çok tuhaf rüyalar görüyorum, geçenlerde denizin yüzeyinde havada duran raylardan giden metroyla yolculuk yaparken kömür madenine çarpmış ve afet yönetimi şeklinde inmek zorunda kalmıştım.Dün gece ise daha da uzun ve atraksiyonlu bir rüya gördüm ama uzun uzun anlatamayacağım çünkü vize haftasındayım bir yığın sınavım var ve hiçbirine çalışmadım.Bugünküler bok olsa da diğerlerini öyle hemen teslim etmeye niyetim yok, neyse rüya şöyle;

Supernatural'daki Dean ve Sam var yanımda,aynı ekipteymişiz güya ya da ben onlara yardım ediyorum sanırım gönüllü olarak (ederim tabii ki :P ).Motosikletle Texas benzeri bir otoyol üzerindeyiz Sam dürbünle bakıyor ve 'şu tarafa diye bağırıyor' son hızla oraya gidiyoruz.Otomobili andıran şeytani robotlar var.Dean tuz tüfeğiyle nişan alıyor tekine ama hiç bir işe yaramıyor,aksine daha da kızıp üzerimize doğru gelmeye başlıyorlar.Benim de o sırada aklıma geliyor ve tuz içerikli bir el bombası çıkarıyorum cebimden!? ve robotların olduğu tarafa fırlatıyorum.3-5 tanesi birden patlıyor, Dean 'bravo,iyi akıl ettin' diyor.Fakat benim bu ani atağım boss robotu iyice sinirlendiriyor,üzerimize bir ordu şeklinde bir grup gönderiyor.Kaçmaya başlıyoruz, ama Sam ve Dean ışık hızıyla sürerlerken motorları, ben onlar kadar hızlı gidemiyorum.Yanaşan robotlara cebimdeki el bombalarını fırlatıyorum.Dean geride kaldığımı görüyor ve robotları kendi üzerine çekiyor 'sen yenisin daha bu işte, diğer taraftan kaç.Biz Sam'le geri kalanları hallederiz' diyor.Ben de 'tamam,köprünün altında görüşürüz ' diyorum ve bariyerlerden motosikletle atlayarak diğer şeride geçip kaçıyorum.

Evet dediğim gibi vize haftasındayız normal bu rüyalar.Yalnız hepsinde günlük yaşantımda olmayan/olması imkansız olan heyecanlı olayların bulunması da ne kadar manidar...Şarkının ne bu yazıyla ne de bugünkü duygularımla alakası var ama sınavdayken canım çekmişti, şimdi dinleyeyim bari.Hem canım çektiyse vardır elbet bir sebebi.Değil mi?
">

19 Kasım 2010 Cuma

Ignorance is bliss

 Etrafıma bakıyorum da insanlar ne kadar ufak şeylerle mutlu olmayı başarıyor. Benim derdim ne, benim farkım ne? Ortalamanın biraz üstünde bir zekam olduğunu varsaysak bile hiçbir zaman toplumdan soyutlanacak bir deha falan olmadım.Benim sıfatım genelde 'tuhaf' ya da 'farklı' oldu hep 'zeki' ya da 'dahi' değil.Sorun zaten diğerlerinden farklı bir zekaya sahip olmak değil.Farklı düşünmek ya da tamamen bağımsız olarak hiç kimseye ihtiyacı olmayacak kadar güçlü görünmek,kendi ayakları üzerinde durmak...

İnsanlığın doğasında kendine ihtiyacı olunduğunu hissetme psikolojisi var. Herkes kendisinden bağımsız yaşam süremeyecek birinin varlığını ister,sürekli ona ihtiyacı olan birini... Bu durum muhtaç ya da aciz birini istemek değil, ama kendi olmayınca hayatı eksik olan biridir.Yirmili yaşlarda çocuklardan nefret ettiğini söyleyip ahkam kesen kadınların da otuzlu yaşlara gelince birden deliler gibi çocuk özlemi içine girmesi de bundan başka bir şey değildir.Belki de yalnızlığı paylaşmaktır, sana ihtiyacı olan birinin varlığını hissetmek... Aksi durumda zaten farzi intihar düşünceleri sarar aklı; 'Ben şu an şuracıkta ölsem,kimsenin hayatından bir şey eksilmeyecek; herkes hayatına eskisi gibi devam edecek.Kimsenin bana ihtiyacı yok' gibi...

Ben bu yaşa kadar kendi ayakları üzerinde durmak işini çok iyi yerine getirdiğimi düşünüyorum.Hep kendi işimi kendim hallettim,kimseden öyle deli gibi yardımlar görmedim.Elbette yanımda hep bir ailem ya da arkadaşlarım oldu, iyi ki de varlar; ama hiç bir zaman onları muhtaç olduğum insanlar gibi görmedim.Bilmiyorum belki de o ihtiyaç psikolojisini hep birisinin bana ihtiyacı olsun şeklinde istedim bencilce. İhtiyacım olsa da insanlara bunu asla belli etmedim,bir şekilde kendim hallederim her şeyi diye.Kimseye ihtiyacı olmayacak kadar güçlü görünmenin sonu da yalnızlığa çıkıyor.Oysa muhtaç görünmeden de birbirinin yanında olabilmeli insanlar...


Bu saatte otobüste arkamda çocuk zırıltıları ile internete girip bana bunu yazdıran ne bilmiyorum ama hep bu sekiz saatlik otobüs yolculuklarında derin düşüncelere dalıyorum.Yol bitince de pek çoğunu unutuyorum.İnsan olmak tuhaf bir şey...

18 Kasım 2010 Perşembe

Merhaba!

İşim gücüm yokmuş gibi şimdi de blog işine giriştim.Zaten acemi olduğum belli;arka plan marka plan herşey çok tırt oldu.Bir süredir yapmayı düşünüyordum da zaten,aman ne yazacağım ne edeceğim diye vazgeçtim defalarca.Hani en güzel fikirler insanın aklına hep tuvalette gelir de ordan çıkana kadar unutursun ya.Benim fikirlerim hep o kadar hercai ki zaten buralarda tutunmak gibi bir amacım yok.Malum sınav dönemi yaklaşmış bir öğrenciyim,insanların büyük çoğunluğunun blog açtığı dönemdir herhalde.Neyse bu gecelik bu kadar yeter,böyle bir yer olduğunu hatırlarsam görüşürüz sayın seyirciler.