31 Ekim 2011 Pazartesi

Forest of October

Aslında şu okula başladığımdan beri yaşadığım saçma sapan duygu karmaşasını anlatmak için çok söz gerekir ama ilginç bir biçimde şu şarkı her şeyi anlatıyor;

 
 
I am so alone, so cold
My heart is to scarred to glow
I wish the sunrise to come
Take my soul (away)
From this cold, lonely shell
I am free

8 Temmuz 2011 Cuma

Boşluk

"...(diğerleri) Eğleniyorlardı.yaşıyorlardı. ve ben kafamın içine ve yalnız kendi ruhuma kapanmakla onların üstünde değil, altında bulunduğumu anlıyordum. Şimdiye kadar zannettiğim gibi, kitleden ayrılmanın bir hususiyet, bir fazlalık değil, bir sakatlık demek olduğunu hissediyordum...Bu insanlar dünyada nasıl yaşamak lazımsa öyle yaşıyorlar, vazifelerini yapıyorlar, hayata bir şey ilave ediyorlardı. ben neydim? Ruhum, bir ağaç kurdu gibi beni kemirmekten başka ne yapıyordu?...

 Muhakkak ki dünyanın en lüzumsuz adamıydım. Hayat beni kaybetmekle hiçbir şey ziyan etmeyecekti. Hiç kimsenin benden beklediği ve benim hiç kimseden bir şey beklediğim yoktu."

Sabahattin Ali
( Kürk Mantolu Madonna )

Şu ruhani boşluğu bana göre bir Sabahattin Ali, bir de Charles Bukowski çok güzel anlatmış. Bukowski nefretle anlatırken, Sabahattin Ali ise diğer insanlara imrendiğini açık açık belirterek yazmış. Aslında Bukowski de kıskanmış ama bunu nefrete dökmüş. Ben de önce nefretle ve son birkaç yıldır ise imrenerek izliyorum bu durumu.

28 Mayıs 2011 Cumartesi

This is not how I go

Nedense hep ölümümün ilginç olacağını düşünmüşümdür. Şu ana kadar çok ilginç bir hayat yaşamadım ama ölümüm ilginç olacak, biliyorum. Big Fish'teki gibi cadının gözünden görmedim ama biliyorum işte. Başıma tuhaf tuhaf şeyler geliyor hep çünkü, normalde sık rastlanmayacak türden. Mesela geçen gün İzmir'in göbeğindeki yurdumun çıkış turnikelerinden geçerken ayağıma yılan dolanması gibi. Annem abartmıyorsa eğer, öyle ince uzun, kafası yeşil ve gövdesi sarımsı açık kahverengi olan yılanlar; piç yılan dedikleri zehirli bir engerek türüymüş (oha). Eğer beni soksaydı demek ki 3. sayfa manşeti olurdum; "İzmir'in göbeğinde bir engerek tarafından ısırılan F.T. olay yerinde can verdi." diye. Pek de ilginç olmazdı ama en azından farklı olurdu.

İnsanların çoğu hastalık ya da trafik kazası türünden nedenlerle ölüyor. Ben öyle olsun istemem. Gelişim sıradan olmuş (8 saat süren doğum pek de sıradan olmasa da), bari gidişim sıradışı olsun, ne bileyim. Öyle insanların arkamdan "ay aman, salak" diyeceği türden bir kaza olmasın; şu uçakta silikonları patlayan kadın gibi mesela, ya da uyuşturucudan overdose olmak gibi. Fakat skydiving yaparken ya da paraşütle atlarken ölsem mesela güzel olabilir.O kadar dikkatsiz ve dalgın bir insanım ki zaten ecelimle ölmeme gerek kalmadan bir kazaya kurban gideceğim, kesin. Zaten arkadaşlarım hala bir arabanın altında kalıp ölmemiş olmamı bir mucize olarak görüyorlar. İlginç bir kaza olsun ama dediğim gibi, utanç verici olmasın ama değişik olsun. 


Neden bunları yazıyorum bilmiyorum. Ölmek istediğimden değil, daha yapmadığım bir sürü şey varken boku bokuna ölmek istemem. Ölmekten korkmuyorum ama, klasik bir söylev gibi gelecek ama insanların öyle çok da acı çektiğini sanmıyorum ölüm anında. Sadece yapmadığım, denemediğim şeyler için üzülürüm. Ne bileyim en azından Türkiye dışından birkaç yer göreyim. Japonya ya da Avustralya kadar uzağa gitmeden bu İsveç, Hollanda veyahut İtalya olabilir. Bazı kişisel tecrübeler de var daha elde etmediğim; uzun soluklu bir ilişki yönetmek, iş deneyimi kazanmak, kendi paramı kazanmak, kariyer yapmak vs gibi.
Biliyorum, final haftası yüzünden böyle mal mal konuşuyorum ama; şimdi iki gün sonra mal bir şekilde ölsem bunu referans gösterip "Sanki içine doğmuştu!" diye de haber yapabilirler. Bulabilirlerse tabii... Sadece üç kişiye verdim bu blogun linkini, öyle görüp arada uğrayanlar varsa bile taş çatlasa maksimum beş kişi görebilir, onların da aynı zamanlarda görme ihtimali çok düşük.

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Checklist

Yıllardır okumayı düşünüp okuyamadığım, izlemeyi düşünüp izleyemediğim, dinlemeyi düşünüp dinleyemediğim o kadar çok şey var ki. Bir listesini çıkarsam o kocaman utanç tablosu ortaya çıkar.  Şu sırada boş şeylerle uğraşasım var, sanırım çıkaracağım o listeyi. Olmadı sonra devam ederim. Çoğu zaten üniversiteye başlamadan önce dolabıma astığım listedekiler olacak eminim. Bu da utanç tablosunun genişliğini iyice belli ediyor. Belki liste olarak gözümün önünde dururlarsa elerim bir kısmını, kim bilir... Tabii önem sırasına göre olmayacak bu, her zamanki gibi dağınık.

Dizi
- Six Feet Under  
- Battlestar Galactica 
- Fringe 
- Oz
- Friends
- Grey's Anatomy
- Doctor Who
- The Big Bang Theory
- 30 Rock
- Sherlock


Kitap

- Nietzsche Ağladığında
- A Clockwork Orange
- Everything is Illimunated
- Extremely Noisy and Incredibly Close
- Küçük Prens
- Gülün Adı
- Silmarillion
- Yüzyıllık Yalnızlık
- Kara Kule serisi
- Açlık Oyunları serisi
- Game of Thrones serisi
- Dune serisi
- Martı
- Ejderha Dövmeli Kız
- Olasılıksız
- Tutunamayanlar

Film
-Schindler's List
- Godfather
- Goodfellas
- A Clockwork Orange
- Gran Torino
- Shichinin no Samurai
- American Beauty
- The Shining
- Reservoir Dogs
- Dogtooth
- Biutiful


Anime

- Aoi Bungaku Series
- Neon Genesis Evangelion
- Kimi ni Todoke
- Rurouni Kenshin (ova'sını izledim ama normal seri yok)
- Nodame Cantible
- Black Lagoon
- Devil May Cry
- Bokura ga Ita
- Shakugan no Shana
- Loveless
- D.Gray Man

Sanırım annem gibi her şeyi listeleme hastalığına yakalandım...







                                                                                                                                                                                                     


8 Mayıs 2011 Pazar

Ham on Rye

"... Sorun seçimlerini hep iki kötü arasında yapmak zorunda kalmandaydı, ve seçimin ne olursa olsun bir parçanı daha kesiyorlardı. Kesecek bir şey kalmayana dek. İnsanların çoğu yirmi beş yaşında mahvolmuştur. Araba süren,yemek yiyen,çocuk sahibi olan, kendilerine en çok benzeyen başkan adayına oy vermek gibi her şeyi yapabilecek en kötü yapan g.tlerden oluşmuş bir toplum.

İlgi duymuyordum. Hiçbir şeye ilgi duymuyordum. Nasıl kaçabileceğime dair hiç fikrim yoktu. Diğerleri yaşamdan tat alıyorlardı hiç olmazsa. Benim anlamadığım bir şeyi anlamışlardı sanki. Bende bir eksiklik vardı belki de. Mümkündü. Sık sık aşağılık duygusuna kapılırdım. Onlardan uzak olmak istiyordum. Gidecek yerim yoktu ama. İntihar? Tanrım, çaba gerektiriyordu. Beş yıl uyumak istiyordum ama izin vermezlerdi."

İlk defa bir kitabı okurken elime alıp bazı satırların altını çizmek istiyorum. Ekmek Arası öyle bir kitap çünkü. Bazı cümleler var ki insan hep hatırında tutmak istiyor. Dün akşam uçakta başladım. Yanımda yaşlı bir İngiliz çift vardı. İngiliz olduklarını aksanlarından çok, bavullarında yazan "Birmingham- England" yazısından anladım. Ben koridor tarafında oturuyorum, kadın cam kenarında, adam ise ortada. Adamcağız tuvalet gitmek için kalkmak istiyormuş, ama ben kitaba kendimi öyle bir kaptırmışım ki dediklerini duymamışm bile. En son koluma dokundu " just wanna get out of here" dedi. "Haa, sorry" dedim kalktım. Dönünce yine kalktım yer verdim ama hala gözüm satırlarda. "Sorry again, but you're trying to finish the book?" dedi. Güldüm cevap vermeden okumaya devam ettim. Uçak iniş yaptığında 68. sayfadaydım. Topu topu 50 dakika falandır herhalde uçuş, düşün. Uzun süredir bir kitabı böyle okumuyordum, soluksuz sindirip yok edercesine...

Oysa çok eski bir alışkanlığımdı kitap okumak. 9 yaşındayken şu 80-100 sayfalık dünya klasiklerinden günde 3 tane okuduğumu bilirim. Gerçek dünyadan çok sıkılıyordum, sürekli ama sürekli okuyordum. Sanki satırlar arasında kaybolmak ister gibi... Tam bir kitap kurduydum, ta ki liseye kadar. Sonra okuma sıklığım git gide azaldı. Üniversitede neredeyse hiçe yaklaştı, yılda 4-5 kitap ancak okuşumdur son 2 yıldır. Çok utanıyordum bu durumdan. Neyse ki geçen aylardan beri bu alışkanlığımı geri getirmeyi başardım. Önce Bin Muhteşem Güneş, sonra Oda, şimdi de Ekmek arası. Bugün bitecek gibi Ekmek Arası. Finaller de geliyor. Biraz ara verebilirim bu işe sanırım ama daha okumak istediğim bir sürü kitap var.

30 Nisan 2011 Cumartesi

Fantastik Diyarlar

 Game of Thrones

Game of Thrones harika bir dizi. Gerçi sadece iki bölüm izledim ama  beni kendine bağlamaya yetti. Müthiş bir atmosferi var ve seni alıp götürüyor. İlk 7 dakikasını izlerken korku öğeli bir dizi izleyeceğimi sandım ama müthişti o sahneler. Cidden bayağı bütçe ayırmışlar, belli oluyor. Bir sürü karakter var ve karakterleri ilk iki bölümde çok güzel tanıttı ve hepsi o yüzden hatırımda. Favorilerim; Arya, Jon Snow (the bastard), cüce (Tyrion Lannister), Daenerys ve Ned Stark. Ensest Lannister ikizlerine adlarını bile yazmak istemiyorum işte o sarışın Sarah Connor kraliçeye ve onun ikizine, bir de kraliçenin piçoz oğluna ve ona yazan azgın sübyan Sansa'ya ise deli gibi sinir oluyorum. Sarah Connor'da sarı saçı beğendim şimdi yanlış anlaşılmasın, Sansa'nın da kızıl saçları çok güzel ama onun sütü bozuk. Erotizmin dozu da gayet yerinde bence. Şahsen Spartacus'ta çok hoşlaşmamıştım, bölüm başı dört sevişmeden. True Blood daha normaldi ama gereksiz şeyler vardı onda da. Mesela Eric'ciğime gay sevişmesi yaptıkları sahne. Neyse bunlar tartışılır kişisine göre ama bu dizide de biraz çıplaklık ve seks içeriği var ama rahatsız edici ve hikayenin gidişatını bozacak gereksiz sahneler değil yani.

Anam her şeyi boşver de o kurtlar ne öyle, hele yavru hallerini alıp eve besleyesim geldi valla. İkinci bölümden de anlaşılacağı üzere zaten kurtların da önemli bir bölümü var hikayede. Cidden çocuklarla bağlantıları varmış kurtların. Ekşiden okuduğum kadarıyla kimse bahsetmemiş ama Bran, Sansa'nın kurdu Lady öldüğü anda komadan çıktı. Sanki kurdun hayatı ona aktarılmış gibi oldu. Nymeria da kaçtı; ama bir yerlerden yine kendimi tutamayıp okuduğum kadarıyla da Arya onu rüyasında görmeye devam edecekmiş. Wolf's Dream, they are connected yani :P Neyse diğer bölümler gelsin bir bakalım. Kitabı da okuyacağım elime fırsat geçer geçmez. Şimdiye kadar böyle bir kurgudan haberimin olmaması da ayrı bir ayıp zaten.

Harry Potter 7 Part 2- Trailer 1

Harry Potter'ın son filminin de ilk trailer'ı internette geziniyor şu an. Hiçbir zaman filmlerini beğenmedim ama serinin yani kitabın çocukluğumdan beri hastasıyım. Sanırım bunu söylememe bile gerek yok. Yalnız şu son filmlerde bence WB işi yeni çözdü. 7. filmin ilk kısmını izlediğimde şaşkına dönmüştüm hatta film bitti ve ben sövmüyorum, "sanki sanki.... beğendim!" diyerek çıkmıştım. Onun da trailer'ı bir harikaydı zaten. Filme gitmeden önce defalarca izlemiş ve tüm replikleri ezberlemiştim. Film öyle çıkmayacak, trailer göz boyamadır diye korkmuştum ama beni hayal kırıklığına uğratmadılar. Keşke diğer filmleri de böyle çekselerdi de 7 film boyunca kalitesini hiç düşürmeyen bir yapım olarak tarihe geçseydi ama maalesef öyle şeyler ha diyince olmuyor.Neyse işte yeni trailer da çıkalı birkaç gün oldu sadece (gerçi bu daha ilk trailer, resmi olanı ne kadar şükela olur, düşünemiyorum artık); ama ben defalarca izledim. Ve replikleri aynı anda tekrarlıyorum onlarla manyaklar gibi. Hatta Voldemort'un "yieeeeee!" nidalarını da an ve an.  İşte o trailer;


Az önce foruma yazdım replikleri; millet kesin gülmüştür, manyak mı bu diye. Onlar da aynen şöyle;


Harry Potter, you have fought valiantly

Yieeeeeee!

but you allowed your friends die for you rather than face me yourself

On this night, (şaaap) join me and confront your fate.

(Ron) We can end this

(Harry) I've never wanted any of you to die for me

Yieeeeeee!

(Harry) ... let's finish this the way we started. Together!

Yieeeeee!

Only I can live forever...

Yieeee!

Blogu en az on kere editledim ama şunu söylemeden de geçmeyeceğim; başında Lily ve Snape'in çocukken arkadaşlığına dair göndermeler çok hoş da ondan sonra Voldemort'un soluğu Darth Vader'ı andırmıyor mu sanki? Bir de Harry'nin Voldemort'a uçurumda sarılıp atladığı sahne kitapta yoktu ama ilk başta ben onu kucaklayacak sandım anam dedim, ne bu önce soluk sesi sonra da  "No Harry, I am your father!"  espirisini burada da yapacaklar sandım, korktum bir an. Hani Toy Story'de güzel espiri olmuştu da burda olmaz yani eşşek kadar kitap var referans alınan. Neyse öyle işte; bu hafta böyle fantastik diyarlarda takılıyorum bakalım.

20 Nisan 2011 Çarşamba

Evcilleştirmek

küçük prens*'ten:

"benimle oynar mısın?" dedi küçük prens. "çok mutsuzum".
"hayır" dedi tilki. "oynayamam; evcil değilim ben" ...
"evcil ne demek" diye sordu küçük prens ...
"bağlar kurmak anlamına geliyor" dedi tilki ... örneğin sen benim için hala yüzbin öteki çocuk gibi herhangi bir çocuksun. benim için gerekli de değilsin. senin için de aynı şey. ben de senin için yüzbin öteki tilkiden hiç farkı olmayan herhangi bir tilkiyim. ama beni evcilleştirirsen, birbirimiz için gerekli oluruz o zaman. benim için sen dünyadaki herkesten farklı birisi olursun. ben de senin için eşsiz benzersiz olurum."
küçük prens "anlıyorum galiba" dedi, "bir çiçek var.. galiba o beni evcilleştirdi".
"olabilir" dedi tilki, "dünyada böyle şeyler hep olur"...
...
küçük prens gidip güllere baktı.
"siz benim gülüme benzemiyorsunuz" dedi ... "çünkü ne bir kimse sizi evcilleştirdi, ne de siz bir kimseyi. ilk gördüğüm zamanki tilkim gibisiniz. o zaman yüzbin başka tilkiden herhangi biriydi"... "çok güzelsiniz ama boşsunuz benim için" diye sürdürdü sözlerini küçük prens. "insan sizin için ölemez. doğru, gelip geçen biri için benim çiçeğimin sizden hiçbir farkı yok. ama o benim için yüzlercenizden daha önemli; çünkü suladığım, cam bir fanusun altına koyduğum, önüne siperlik yerleştirdiğim çiçek o"...
tilkinin yanına döndü sonra. "hoşçakal" dedi. "hoşçakal" dedi tilki... "işte sana bir sır" dedi tilki, "çok basit birşey... gülünü senin için önemli kılan onun için harcamış olduğun zamandır".
"onun için harcamış olduğum zaman" diye yineledi küçük prens. unutmamalıydı bunu.
"insanlar unuttular bunu" dedi tilki. "ama sen unutmamalısın. evcilleştirdiğimiz şeylerden sorumlu oluruz. sen gülünden sorumlusun".
"ben gülümden sorumluyum" diye yineledi küçük prens. bunu da unutmamalıydı.
...
"ama insan evcilleştirilmeyi kabul etti mi, biraz gözyaşını da göze almalı" dedi tilki.
"gözyaşını da göze almalı" diye yineledi küçük prens. bunu da unutmamalıydı.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bunu 15 yaşındayken açtığım Yonja hesabında paylaşmışım. Tumblr'da görünce aklıma geldi, ben de aynen ordan kopyaladım. Hayat tuhaf, ergenken yaptığım şeylerden hala beğenebildiğim şeyler de varmış demek ki...

Bir de 3 gündür şunu dinliyorum, neden olduğunu çözemedim ama;

6 Ocak 2011 Perşembe

Best albums of all the time

Final dönemindeyiz ya hani,birden müziğe aşkım kabardı.Günde 4-5 saati sadece müzik dinlemeye ayırıyorum bu günlerde.Başka işim yok tabii,ders falan çalışmama gerek yok, mesela değil mi? Neyse yıllardır dönüp dolaşıp birkaç albümü dinlediğimi farkettim.Yıllar içinde tabii buna birkaç tane eklenerek ilerliyor ama vazgeçemediğim, sığıştırabildiğim kadarıyla sürekli yanımda taşıdığım birkaç albüm var.Yanımda taşımak diyince tuhaf oldu biraz; mp3,telefon vs.de sürekli tuttuğum demek istedim.Zamanla güncellerim,dursun şöyle bir sayfada dedim.Aslında biraz daha çeşitli olmak isterdim ama durum böyle.Aklıma Supernatural'daki Dean'in dediği geliyor; "Çok sıkıcı biriyim ben Sam biliyorum,sürekli aynı 5 albümü çalar dururum arabada." Benim de durum aynen öyle.Hatta buraya yazacaklarım bile abartı sayıda olabilir ama en azından hepsine belirli zamanlarda taktığım dönemler oldu.İşte o albümler; (telefondaki alfabetik sıraya göre yazıyorum ha,favori sırasına göre değil)

At the Gates-Slaughter of the Soul
Ásmegin-Hin Vordende Sod & Sø
Beirut- March of the Zapotec
Blind Guardian-Nightfall in the Middle Earth
Dark Tranquillity-The Gallery
                              Projector
                              The Mind's I
Demons&Wizards-Demons&Wizards
Dream Theater-Scenes From A Memory
                           Octavarium
                           Awake
Eluveitie- Slania
Epica- The Phantom Agony
Florence And The Machine- Lungs
Haggard-Eppur Si Muove
Iced Earth-Something Wicked This Way Comes
In Flames-Clayman
Iron Maiden-The Number of the Beast
Kalmah-Swamplord
Korpiklaani-Tervaskanto
                     Karkelo
Megadeth-Youthanasia
Metallica-...And Justice For All
Moonsorrow-Verisakeet
Moonspell-Wolfheart
Opeth-Black Water Park
            Morningrise
            Orchid
Orphaned Land-The Never Ending Way of ORwarriOR
                            El Norra Alila
Queensrÿche- Mindcrime
Pain of Salvation-Remedy Lane
Pink Floyd-Dark Side of the Moon
Raphsody- Dawn of Victory
Radiohead- OK Computer
Tool- Ænima

Bunlara 2003 yılındaki  zor ergen dönemime eşlik eden albüm olan Evanescence-Fallen'ı da sayarsak herhalde hayatım boyunca tekrar tekrar dinlediğim albümleri listelemiş olurum.Evet ben de böyle sıkıcı bir insanım.

4 Ocak 2011 Salı

Noluyor lan?

Sürekli açıp açıp kendim de eşlik ederek şunu dinliyorum.O günleri eskilerde bıraktık sanıyordum,bak final dönemi döndük yine geri.Evet,evet Dream Theater'ın Space-Dye Vest'ten bahsediyorum.

2 Ocak 2011 Pazar

2011 adam gibi ol!



2011 oldu lan! Zaman öküz gibi hızlı geçiyor.Değişen hiçbir şey yok ama zamanın bu kadar hızlı geçmesi ürpertmiyor değil.Yeni yıla güle oynaya girdik,öyle devam edecek diye bir kaide yok; ama gelenek yerini bulsun dedik.2012'ye girme anında çok farklı hayallerim var.Bakalım biz mi ona gireceğiz,o mu bize, gerçi belli değil.2012 Aralık ayı zaten dünyanın sonu, Maya takvimine göre diyorlar.Çok az zamanımız kalmış, artık yavaş yavaş "carpe diem!" deme vaktim geldi,çok kastım onca zamandır kendimi.

Şaka bir yana,son yıllarımmış gibi yaşasam belki çok daha mutlu olabilirim.Hayatımdaki en büyük mutsuzluk sebebi yine benim,biliyorum.Bunu değiştirmek istiyorum artık,gerçekten.

Dönemin bitmesine de az kaldı.Dönem bitmeden önce haliyle finaller var.Alacağız bakalım boyumuzun ölçüsünü.Umarım gerçek boyum kadar kısa değildir,o da :P
Ders çalışmaya başlamak adına da ilk adımı dün gece attım,bugün de daha verimle sürdürmeyi umut ediyorum.Ders çalışmaya başladığım her an gibi melankoliye de bağladım, aha da kanıtı;


">