12 Ekim 2021 Salı

Gingitsune

 

source: Myanimelist

Çıkış yılı: 2013

Bölüm sayısı: 12

Türü: seinen, supernatural, slice of life

Benim puanım: 8/10

Size tam İngilizce tabirle light-hearted denilen, tasasız, neşeli ve dinlendirici bir anime önerisiyle geldim. Eğer biraz tatlış bir anime olsun ama çok cıvık da olmasın, komik olsun ama pek rahatsız edici ecchi, sapık fan service de olmasın diyorsanız bu anime tam size göre olabilir. Konumuz bir shrine'da (yani Şintoizm tapınağında) yaşayan bir liseli kızın (Makoto), tapınağın koruyucuları tilki ruhlarını (fox spirit) görmesinden  ve onun yine liseli arkadaşlarıyla ilişkilerinden oluşuyor. Şintoizm temasına dayalı iç ısıtıcı bu animeyi ben bayağı beğendim açıkçası! Makoto'yu kıskanmadım da değil. Keşke ben de Şinto ruhlarını görsem ve arkadaşlarımla huzur içinde günler geçirsem dedim.

Makoto'nun ailesi, tarım tanrısı Uka no Mitama'yı temsil eden bir Inari tapınağı olan Saeki tapınağının 15. jenerasyon boyunca idaresini sağlamaktadır. Makoto, 4 yaşındayken annesi öldükten sonra Şinto tapınaklarının koruyucu ruhlarını görme yeteneğini annesinden miras alır. Saeki tapınağının gardiyanı ise Gintarou-sama adında bir tilki ruhudur. Kocaman huysuz bir tilki olan Gintarou, sürekli Makoto'dan şikayet etse de aslında ona yürekten bağlı bir tsunderedir. Gintarou, ayrıca gelecekten kısa kesitler görüp kaybolan insanları ve eşyaları bulabilmektedir. Tabii bu durumda Makoto, insanlarla tanrılar arasında elçi görevi yapar. İlk bölümlerde Saeki tapınağı dışında başka tapınaklar olduğunu da görüyoruz, bunların bazıları Saeki tapınağı gibi Inari shrine'ı olsa da bazıları diğer Şinto tanrılarına ait, bazıları ise tamamen farklı, bahçesinde ufacık Şinto altarı olan Buda tapınaklarıdır. Burada Meiji döneminden sonra Budizm ve Şintoizmin nasıl içiçe yaşandığına ve insanların bu iki dini nasıl harmanladığına atıfta bulunuluyor. Şinto tapınaklarından birine bir kaplumbağa tanrı elçisini bıraktıkları bölümde, kaplumbağa bana Small Gods'daki, the Great God Om'u hatırlattığı için biraz güldüm. İlk bölümler sadece Makoto, Gin ve Makoto'nun komik Şinto papazı babası Tatsuro, Makoto'nun aralarını yaptığı iki kardaşı Yumi ve Hiwako etrafında dönse de animenin ortalarına doğru yeni karakterler de animeye katılıyor. Bu arada Makoto'ya parantez açarsam, ilk bölümlerde tez canlılığı, sakarlığı ve saf iyi niyetliliği ve Gintarou ile girdiği ağız dalaşlarıyla bana biraz Sailor Moon'dan Usagi'yi hatırlattı. Her sabah okul otobüsüne geç kalması bile benziyordu, ama Usagi'den daha akıllı ve daha az sinir bozucu olduğunu söyleyebilirim.

Animeye yeni karakterler, yani başka bir Inari tapınağından gelen ergen çocuk Satoru ve onun yine ergen dişi tilki gardiyanı Haru katılınca bence daha eğlenceli oldu. Haru biraz çok bağıran sinir bozucu anime karakterlerinden biri olsa da beni çok güldürdüğü için affediyorum. Satoru ise küçük yaşta yetim kalmış, dedesi ölünce görü yeteneği ona geçmesine rağmen halaları ve amcaları tarafından hor görülerek, ezilerek büyütülmüş içine kapanık, zeki ve yetenekli bir çocuk, yani bir nevi küçük bir Jon Snow. Satoru ve Haru ikilisi gelince hem Haru'nun Satoru'ya karşı aşırı düşkün ve korumacı olması yüzünden Makoto ve Gintarou ile girdikleri ağız dalaşları, hem de okuldaki kızların Satoru'yu beğenmesi ve aynı evde yaşıyorlar diye Makoto'yu kıskanmalarıyla ekstra komedi unsuru oluştu, sevdim. Fakat biraz finali yarım kaldı sanki. Summer purification festivalinde daha önce gelecek planlarından emin olamayan Makoto, kesin shrine maiden olmaya karar veriyor ve öylece bitiyor. Fakat daha görmek istediğim çok şey vardı. Misal keşke 15 bölüm yapsalarmış, 15. jenerasyon shrine maiden hatırına. Hiç de fena olmazmış. Merak ettiğim pek çok şey yarım kaldı. Örneğin, bizim Jon Snow Satoru'ya ne olacak? Tamam, anladık, Makoto'dan da önce Şinto rahibi olmaya çoktan emindi, fakat Makoto'yla aralarında bir şeyler olacak mı? Yoksa sadece aynı tapınakta aynı kaderi paylaşan iki kardeş, dost gibi mi büyüyecekler? Peki Funabashi Hiwako'ya ne olacak? O kadar bölüm kızın politikacı babasından bahsettiler, adamı göremedik bile. Gintarou ve Haru yoksa artık hep partner mi olacak? Gintarou'nun eski partneri olan gardiyan tilki ruhu, hiç geri gelmeyecek mi? Bu soruların hepsi yarım kaldı. Yani ağzımıza bir parmak bal çalıp gitti bu anime de...

8 Ekim 2021 Cuma

Squid Game

 

source: XGN.nl



Yıl: 2021
Bölüm sayısı: 9
Platform: Netflix
Benim puanım: 7.6/10

Sosyal medyayı kasıp kavuran, hem bolca övgü hem de yergi toplayan yılın Kore yapımı Netflix dizisine gelelim. Diziyi ben ilk Liah Yoo'dan duydum, sonra da Çisem Çakır da beğendiğini söyleyince dedim acaba ben de izlesem mi, yoksa La Casa de Papel falsosu gibi bir şey mi çıkacak acaba? En son da son zamanlarda beğeniyle dinlediğim Ortamlarda Satılacak Bilgi podcast'inin instagram hesabında da önerildiğini görünce artık izlemeye karar verdim. Uzun uzun analiz kasacak derinlikte bir dizi olduğunu düşünmüyorum, ama ben genel olarak sürükleyiciliğini beğendim. Dizinin konusu aslında biraz bilindik, çok zor ekonomik koşullarda olan, borç batağa batmış, sosyal olarak toplumdan dışlanmış insanları toplayıp milyarlarca büyük mebla para teklif edip onlara ölümcül bir takım oyunlar oynatmak. Aaa bakalım nereden hatırlıyoruz bunu, nam-ı diğer Hunger Games. Hatta tıpkı oradaki gibi bize bu oyunlara yatırım yapan aşırı burjuva sınıfından saçma sapan insanlar gösterdiler 7. bölümde. Bu diziye Kore yapımı Hunger Games dersek de çok yüzeysel olmaz bence. Sadece kırmızı kostümlü görevlilerin maskesinde play station kumandasının tuşlarındaki yuvarlak, üçgen ve kare sembollerinin olması ve bunun aralarındaki hiyerarşiyi göstermesi komik ve orijinal bir fikirdi diyebilirim.

Şimdi biraz Kore dizilerinin genelde güzel başardığı karakter tiplemelerine ve duygu ve dram işleyişlerine gelelim. Ana karakterimiz Gi-hun tam da bir baltaya sap olamayacak bir evlat tiplemesi, yaşlı annesi çalışırken onun banka kartını çalıp at yarışlarında para kaybeden, eski evliliğinden küçük bir kızı olmasına rağmen babalık mesleğinde epeyce çuvallayan bir tipleme. Ama aslında temiz kalpli ve yufka yürekli biri olduğunu bazı küçük sahnelerle gösteriyorlar. Misal tefecilerden kaçarken çarptığı genç kızı tüm acelesine ve paniğine rağmen yerden kaldırıp özür dilemesi, eve götüreceği ve yiyecekleri tek yemek olan uskurumdan gördüğü bir sokak kedisine de bir parça vermesi gibi... Zaten dizi boyunca da bu iyi niyetliliğinden vazgeçmeyen bir karakter oldu. Bir de onun ters tiplemesi var,  Gi-hun'un çocukluk arkadaşı Sang-woo. Fakir mahallesinden zekasıyla kurtulmayı başarmış, fakat kibirden ve kötü yönetiminden dolayı yine işini gücünü batırmış, borca batmış ve bundan dolayı kendini yine Hunger Games'te bulmuş bencil bir karakter bu. Pakistanlı mülteci saf Ali karakterini ise biraz sterotip buldum ama sanırım Sang-woo ile arasındaki homoeroktik gerilim için koyulmuş bu karakter. Sang-woo ne kadar bencilse, Ali karakteri ise o kadar özgecildi. Dizide sık gördüğümüz diğer iki karakter ise Kuzey Kore'den iltica eden kapkaçcı genç kız Sae-byeok ve alzheimerlı yaşlı adam Il-nam. Sae-byeok'un amacı yetimhaneye bırakmak zorunda kaldığı küçük erkek kardeşinin geleceğini kurtarmak iken, Il-nam karakterinin sadece ölmeden önce bir şeyler yapmak için oyuna katıldığını öğreniyoruz. Bu beş karakterin etrafında dönen son derece duygusal 6. bölümle çıta epey yükselmişken, bence saçma sapan Amerikalı VIP karakterleriyle ve garip bir polis kovalamacasıyla düşüşe geçti. 2. sezonun sinyallerini de verdi ama ilk sezondaki karakterlerin neredeyse hepsi öldüğü için nasıl devam ederler bir fikrim yok. Bence devam etmesinler zaten, böylece bırakırsa tadında kalır ve deli saçması La Casa de Papel'in kaderine düşmez umarım.

2 Ekim 2021 Cumartesi

Circe (Ben, Kirke)


 "En güzel nympha bile pek işe yaramaz, çirkin bir nympha ise hiçbir şey olurdu, hiçbir şeyden de az olurdu. Asla evlenemez, çocuk doğuramazdı. Ailesine yük, dünya yüzünde bir leke olacaktı. İtilip kakılarak, hakaretlere uğrayarak gölgelerde yaşayacaktı. Oysa bir canavarın daima bir yerdi vardır. Dişlerinin yakayalayabileceği bütün zaferler onun olabilir. Bunu yapıyor diye kimse onu sevmeyecektir ama bu sebeple kısıtlama altına da girmeyecektir. "


" Ölümlüler şöhreti böyle ele geçiriyor, diye düşündüm. Çok çalışarak ve kendilerini adayarak, yeteneklerine bahçeye bakarmış gibi bakıp güneşin altında ışıldamasını sağlayarak. Ama tanrılar irinden ve nektardan, kusursuzlukları parmak uçlarından fışkırarak doğuyordu. Onlar da neleri mahvedeceğini ispatlayarak elde ediyorlardı şöhretlerini. Şehirleri yakıp yıkarak, savaşlar çıkararak, salgınlar ve canavarlar yaratarak..."

" Hepsi aynı çaresiz hikayeyi anlatıyorlardı. (Güya) kaybolmuşlardı, bitkinlerdi, yiyecekleri bitmişti. Yardımlarıma minnettar olurlardı. Bunların birkaçının, sayıları o kadar az ki parmakla sayabilirim, gitmesine izin verdim. Beni akşam yemeği olarak görmemişlerdi. Dindar adamlardı, gerçekten kaybolmuşlardı; aralarında yakışıklı biri olursa bazen onu yatağıma da alırdım. İhtiras değildi bu, ihtiras kırıntısı bile değildi. Bir tür hiddetti, kendi üzerimde kullandığım bir bıçaktı. Derimin hala kendi derim olduğunu kanıtlamak için yapıyordum. Peki, bulduğum cevap hoşuma gidiyor muydu? "

" Ne dualarını istiyordum ne de ismimi ağızlarına almalarını. Kendimi kan çıkana kadar denizin içinde ovalamak istiyordum."

" Ozanlar yılan gibi derdi belki ama artık yılanları iyi tanıyordum. Namuslu bir engereği her zaman yeğlerim, beni ancak onu rahatsız edersem sokar, daha önce değil."

" Ölümlüymüşüm gibi yapmıyordum. Parlak sarı gözlerimi her fırsatta gösteriyordum. Hiçbiri bir şeyi değiştirmiyordu. Yalnızdım ve kadınsın, önemli olan tek şey buydu."

" Kendi portreme şaşırmadım. Kahraman kılıcı karşısında  yelkenleri suya indiren, diz çöküp merhamet dilenen gururlu cadı. Kadınlara haddini bildirmek ozanların en sevdiği vakit geçirme biçimi gibi geliyordu bana. Yerlerde sürünüp ağlamazsak gerçek bir hikaye olmazmış gibi. "

" Oradaydı, ruhu önümdeydi. Onarabileceğim yırtık pırtık bir şey vardı karşımda. "

"Hayatım boyunca trajedinin beni bulmasını beklemiştim. Bulacağından hiç kuşkum yoktu, çünkü başkalarının hak ettiğimi düşündüğünden daha fazla arzum, isyanım ve gücüm vardı, yıldırımları üstüne çekecek şeylerdi bunlar."

"Ama belki de hiçbir anne baba evladını gerçekten göremez. Baktığımızda sadece kendi hatalarımızın bir yansımasını görüyoruz."

"Kirke, diyor, her şey yolunda gidecek...Canımızın yanmayacağını söylemiyor. Korkmadığımızı kastetmiyor. Söylediği sadece şu: Buradayız. Gelgitte yüzmek, yeryüzünde yürümek ve ayaklarına değdiğini hissetmek böyle bir şey. Yaşamak böyle bir şey."

"Bir zamanlar tanrıların ölümün zıttı olduğunu düşünmüştüm ama artık her şeyden daha ölü olduklarını görüyorum çünkü hiç değişmiyorlar ve hiçbir şeyi elinde tutamıyorlar." 

Bu kitabı yıllar önce Çisem Çakır önerisiyle merak edip okumak istemiştim. Bu yıl da Mitolojik İnciler podcastıyla mitoloji hikayelerine iyice merak sarınca dedim, artık okumanın zamanı geldi. Maalesef Kobo Reader'ın database'inde Türkçe kitabını bulamadım. İngilizce kitap okumayı sevsem de sadece hazsal okuma için hala Türkçe kitap okumayı tercih ediyorum. Özellikle doktoraya başladığımdan beri çoğu zaman beynim kazan gibi olduğundan kitapları da okumak için 1 gram daha ekstra nöron çalıştırmak istemiyorum bazen. Neyse Köln Kütüphane diye bir site var, Türkçe kitapların neredeyse hepsini orada bulup Avrupa'daki herhangi bir yere belirli bir ücret üzerindeyse kargo bedava sipariş vermek mümkün. Bu sayede bu kitabı ve Akhilleus'un Şarkısını sipariş ettim.

Reklamları geçip kitaba gelirsem kitap adı üstünde Odysseia'dan bildiğimiz Kirke karakterini, Madeline Miller'ın yorumuyla kendi ağzından yazılmış hikayesi olarak okuyoruz. Mitolojide Kirke, her ne kadar şuh kadın, enchantress, erkekleri büyüyüp kendine bağlayan sonra onları domuza çeviren acımasız cadı gibi anlatılsa da burada birinci ağızdan hikayesini (mitolojik hikayelerin çoğuna sadık kalarak) dinleyince aslında olayın pek de öyle olmadığı kanısına varıyoruz. Kirke'nin Aiae adasına sürgününden önce Okeanos'un salonlarında geçirdiği ilk yılları mitolojiden duymadığımız kadar detaylandırılmış. Bildiğimiz Glaukos ve Skylla hikayelerine ise daha derin boyut kazandırılmış. Kirke'nin sürekli ezilen ve hor görülen bir dişi olarak içindeki cadılık gücünü keşfetmesi toplumda kendini değersiz hisseden bir kadının tüm baskılara rağmen kendi içsel gücünü keşfetmesini temsil ediyor bence. Oysa buna tezat olarak, hikayelerdeki başka ünlü bir cadı olan Kirke'nin erkek kardeşi  Aietes nasıl da doğduğundan beri gücünün farkında... Anlayacağınız mitoloji temalı da olsa antik bir çağda var olmaya çalışan bir kadını, bir feminist hikayeyi anlatıyor bu kitap. Cadılığı kadınlık, feminizm ve içsel keşif yönünden incelemesiyle benim açımdan Paulo Coelho'nun Brida kitabına da bir göz kırpıyor.

Kirke, ilk nesil tanrılardan yani titanlardan biri olan Okeanos'un torunu, güneş titanı Helios'un kızı. Annesi ise biraz daha ikincil sınıftan bir tanrısal varlık olan nympha ya da naiad Perseis. Bu arada nympha dilimize genelde peri olarak çevrilse de, bu kitapta nympha şeklinde bırakılmış. Naiad tatlı su perisi, nereid ise deniz perisi diyebiliriz özetle. Kirke'nin ilk yılları gayet mitolojiye sadık anlatılmış. Glaukos, Skylla olayları bu kitapta da hemen hemen hikayelerle aynı şekilde gerçekleşiyor. Tek bir farkla... O da Kirke'nin amcası Prometheus ile tanışma fırsatını bulmasıyla oluyor. Prometheus mitolojiden hatırlayanlar bilir, insanlara tanrılardan ateşi çalıp verdiği, insanların daha çabuk gelişmesine yardımcı olduğu için tanrılar meclisi tarafından cezalandırılan bir titan. Neden mi? Çünkü tanrılar, insanlar daha zavallı olsun da bize daha fazla tapınsın istiyorlardı. Tanrıyla otorite kavramını mitolojide eşit tutarsak aslında bu hikayelerin fantaziden çok daha fazla mesajı olduğunu görebiliriz. Neyse, Kirke babası Helios'tan ve diğer tanrılardan çok korkan ürkek bir kız olmasına rağmen, Prometheus'la konuşmaya cürret ediyor, ve bundan sonra olaylar onun diğer tanrılardan farklılaşmasına ve insanlara ve diğer yaratılanlara daha yakın olmasına neden oluyor.  Bu ilk yıllarda karşımıza çıkan diğer karakterler ise Helios ve Perseis'in diğer çocukları, Kirke'nin kardeşleri; Perses, Pasiphae (nam-ı diğer, Girit kralı Minos'un karısı, boğa başlı insan vücutlu Minotaurus'u doğuran kadın) ve Kolkis kralı, Medeia'nın babası olarak tanıdığımız karakter Aietes. Pasiphae, Kirke'ye taban tabana zıt bir karakter olarak simgelenmiş. Kirke ve Pasiphae arasında kız kardeş çekişmelerine rağmen Pasiphae'nin tüm bencilliğine karşın Minotaurus'un doğumu sırasında Kirke'yi sürgün olduğu adadan Girit'e çağırması güzel bir detaydı.

Gelelim Kirke'nin sürgününe... Kirke mitolojide de anlatılan hikayelerde olduğu gibi Glaukos isimli bir ölümlü balıkçıya aşık oluyor. Onunla olabilsin, denk olsunlar diye Kirke, Glaukos'u çok güçlü büyülü bir bitki ile ölümlüden tanrıya çeviriyor. Tanrılar meclisine kabul edilince götü kalkan Glaukos, Kirke'yi unutuyor, yosma bir nympha olan Skylla'ya tutuluyor. Bunu öğrenen Kirke, kıskançlık krizlerine girip Skylla'nın banyo yaptığı suyu zehirliyor ve onu korkunç bir deniz canavarına çeviriyor. Odysseus'un hikayelerine de konu olan Skylla, Yunanistan'ın Messina boğazını kendine mesken ediniyor. Bu boğazın bir tarafında Charybdis adında bir girdap, diğer tarafında ise Skylla var. O yüzden buradan geçmek isteyen denizciler ya Charybdis'ten kaçmak ya da Skylla'ya yem olmaktan kurtulmak zorundalar.

Skylla ve Charybdis
reference: ronjararoundtheworld.com


Bunu vicdan yapan Kirke, suçunu itiraf ettiği için Aiae adasına sürgün ediliyor ve hayatının geri kalanını orada yaşamaya mahkum ediliyor. Adada kaldığı sırada büyücülük gücünün iyice farkına varan Kirke günlerini iksir yapmakla ve evcil aslanlarıyla oynamakla gerçekleştiriyor.  Cool bir imaj değil mi ama:

Kirke
reference: bookthatmatter.co.uk

Adada kaldığı sürece mitolojik hikayelere sadık kalarak ve kalmayarak Kirke'nin ziyaretine gelen birkaç ünlü karakterle tanışma fırsatını buluyoruz. Bunlardan en komiği bence Hermes'in Kirke'yi merak edip adaya gelmesi ve Kirke'nin onunla bir süre fuckbuddy olması kısmıydı. Bu kısım güldürdü, çünkü Olimposlu tanrılardan o iş için birini seçmek gerekse muhtemelen ben de Hermes'i seçerdim. Hikayelere sadık kalınarak anlatılan kısım ise İason ve Medeia'nın ziyareti. Medeia aslında Kirke'nin yeğeni olan acımasız bir cadı. Uzun bir hikaye, merak eden Mitolojik İnciler podcastinda şu bölüme bakabilir:

Medeia ve İason'un ziyareti ve Kirke'den istedikleri arındırma ayini şöyle tabloya da konu olmuş:

Kirke
reference: John William Waterhouse.jpg


Adadayken olan diğer en önemli olaylardan biri ise hikayelerde duyduğumuz Kirke'nin neden erkeklerin içkisine iksir karıştırıp onları domuza çevirdiğine açıklama getiriyor. Adaya gelen denizcilerden biri Kirke'nin insanlara olan zaafından faydalanarak savunmasız olduğu bir anda ona tecavüz ediyor.  Bu kısmı hikaye açısından biraz zorlama bulsam da kitapta kaydettiğim birkaç alıntıya önayak oldu: "Ölümlüymüşüm gibi yapmıyordum. Parlak sarı gözlerimi her fırsatta gösteriyordum. Hiçbiri bir şeyi değiştirmiyordu. Yalnızdın ve kadınsın, önemli olan tek şey buydu." ve     " Ozanlar yılan gibi derdi belki ama artık yılanları iyi tanıyordum. Namuslu bir engereği her zaman yeğlerim, beni ancak onu rahatsız edersem sokar, daha önce değil." vb. gibi. 

Tam bu durumda, insanlara ve özellikle erkeklere karşı güveni tamamen yok olmuşken Kirke'nin karşına Odysseus çıkıyor. Odysseus, her ne kadar hikayelerde ve bu kitapta da zeki, şeytan tüylü ve çekici bir adam olarak anlatılsa da ben hep karısı Penelope, düşmanlarla 12 yıl tek başına mücadele edip, ülkeyi koruyup onu beklerken kah Kirke ile, kah Kalypso ile, nymphalarla gününü gün eden hayırsız ve bencil bir adam olarak görürüm onu. Neyse, Kirke ile Odysseus bir yıl beraber geçirdikten sonra bu kitapta Odysseus adadan ayrılınca Kirke'nin Odysseus'un oğluna hamile olduğunu öğreniyoruz. Aslında mitolojide birden fazla çocukları var, ama yazarın neden sadece tek çocuk olmasını ve onu da Kirke'nin yalnız başına büyütmesini seçtiğini bu hikaye açısından anlıyorum. Kirke'nin helicopter mother halleri gayet güzel düşünülmüş. Yazar, fırsattan istafe ederek Olimpos tanrılarını, özellikle Athena'yı biraz itin götüne sokmuş. Athena hırslı ve zeki ama bilge değil diye sık sık tekrarlamış. Bilgeliğin temsili, baykuşlu heykelleriyle bir sembol haline gelen Athena'ya biraz ayıp olmuş bence. Gerçi Medusa ve Arachne olaylarından dolayı ben de kendisine biraz gıcığım ama olsun. Bu hikayede Athena, Kirke'nin oğlu Telegonos'u öldürmekle kafayı bozmuş gibi görünüyor. Sonradan bunun gözde insanı ve kulu olan Odysseus'u korumak için olduğunu öğreniyoruz. Çünkü Telegonos, büyüyüp babasını ziyaret etmek isteyince, Athena'dan korkan ve iyice korumacı bir anne olan Kirke, kalkan balığı görünümünde olan denizin bilgesi, tanrı Trygon'un zehirli kuyruğunu bir mızrağa takıp oğluna veriyor. Bu mızrak ise Odysseus'un sonunu getiriyor. 

Mitolojinin bittiği kısımdan sonra yazarın hikayeyi bağlamasını aslında ben daha çok sevdim. Penelope ve oğlu Telemakhos, Kirke'nin adasına geliyor ve bir süre orada kalıyorlar. En çok da Penelope'nin hikayesinin mutlu sonla bitmesine sevindim. Çünkü hem bu kitapta hem de mitolojik hikayelerde, son derece güçlü, zeki, becerikli ve bilge bir kadın olmasına rağmen hep oturup Odysseus'u beklemesini çok hüzünlü bulmuştum. Bu kitapta Penelope, Kirke yerine Aiae cadısı olmaya karar verip hayatının iplerini eline almayı ve sonunda içindeki gücü keşfetmeyi seçiyor. Telegonos ise  Telemakhos yerine Athena ile İtalya'da bir krallık kurmaya gidip adadan ayrılmayı seçiyor. Kirke, önce yine yalnızlığa ve umutsuzluğa düşüyor, ama sonra sonunda herkesten önce kendine değer vermeyi seçiyor. Bu sayede Kirke, babası Helios'la bir pazarlık yapıp adadan ayrılmayı beceriyor ve Telemakhos ile sevgili oluyorlar. Biliyorum, Yunan mitolojisi ensest hikayerle, garip aşklarla dolu ama, oğlunun kardeşiyle sevgili olmayı yine de Kirke'ye yakıştıramadım (swh).

Kirke'nin kitaptaki sonu da bence çok yerindeydi. Hikayenin en başına dönüp, Kirke, Glaukos'u tanrıya çevirdiği noktada kendini de hep sevdiği insanlardan birini çevirmeyi umarak sihirli otun özütünü içerken kitabı bitiriyoruz. Zaten kitabın ana konusu da tanrıların kusursuzluğuna ve Kirke'nin kusurlu insanlara zaafına dayandığı için bence Kirke için yazarın hayal ettiği bu son çok oturaklı olmuş. Çünkü ne diyordu Kirke:
"Bir zamanlar tanrıların ölümün zıttı olduğunu düşünmüştüm ama artık her şeyden daha ölü olduklarını görüyorum çünkü hiç değişmiyorlar ve hiçbir şeyi elinde tutamıyorlar." 

Genel olarak toparlarsam, birazcık mitoloji temeliyle ve bazı hikayeler bilinerek okunursa çok keyifli bir kitap olmuş. Tam olarak beklentim ne bilmiyordum ama, ben o kadar övgüden sonra biraz daha çok beğenmeyi bekliyordum nedense. Ama yine de, tüm mitoloji meraklılarına önereceğim bir kitap olmuş. Mitolojiyi eril dilden kurtarmak biraz daha ferah bir hava vermiş. Biraz Aşk-ı Memnu gibi aşkı arayan bir aşk hikayesi de dersek de pek cringe olmaz bence. Bakalım Akhilleus'un Şarkısını da beğenecek miyim?