30 Aralık 2012 Pazar

Places to see

Gezmeyi o kadar özledim ki, elime uçak biletleri ve vizeyi versinler 10 dakikada sırt çantamı toplar, yola dönerim. Tabii ne kimse durduk yere bana para ya da bilet verir, ne de vize almak öyle 10 saniyelik iş. Daha yarınımı bilmezken de 60 euro bayılıp durduk yere Schengen vizesi de alamıyorum. Erasmus iyiydi, iyi. Ne pasaporta para vermiştim, ne vizeye. Şimdi hepsi para, hepsi para. Fakat o sırada yaptığım gezmeler sonucunda anladım, benim geleceğim backpacker ahalisi tarzında geçecek. Aslında öyle çok paraya da gerek yok, ama iş bulunca da bu sefer zaman olmayacak, ne demişler; paran varsa zamanın yoktur, zamanın varsa da paran yoktur. Gerçi şu an bende ikisi de yok ama final dönemi işssizliğiyle kendime bir taslak gezilecek yerler listesi hazırladım. Dediğim gibi henüz taslak aşamasında, pekçok şey değişebilir.   Norveç dışında hepsi de daha önce gitmediğim yerler. Onlar da içinde ukte kalan mekanlar zaten. Piyango çıkar çıkmaz, Amsterdam'dan maceraya başlıyorum! Var mı katılmak isteyen?

Netherlands- Amsterdam
Utrecht
Finland: Helsinki
    Turku
Saariselkä (Nordic lights!)
Sweden: Malmö
    Gotebourg
    Stockholm
Norway: Preikestolen
    Trolltunga
    Bergen & Jotunheim
UK- England (London!)- Scotland- Ireland
Uguazu Falls- Argentina
Hamilton Pool- Texas, Mexico
Antelepe Canyon- USA
Hawaii
Phi Phi Island- Thailand
The Great Wall-China
Fuji-san (Fuji Mountain)- Japan
Klimanjaro Mountain- Tanzania
Great Pyramides- Egypt
New Zealand-  Jacquemart Island/ Nugget Point and LOTR & GOT scene places
Twelve Apostles- Australia

Aha bunlar da esinlenen linkler,

http://www.boredpanda.com/amazing-places-to-see-before-you-die/



http://www.boredpanda.com/amazing-places-to-see-before-you-die-part2/



13 Ekim 2012 Cumartesi

Norveç'ten birkaç küçük bilgi

Bu yaz şükür, bazı ülkeden birer ya da birkaç şehir görme fırsatım oldu. Bunlar Almanya, Fransa, Avusturya, İsviçre, İtalya ve Norveç sınırları içindeydi, ama en çok ilgimi çeken bir İskandinavya fanı olarak tabii ki Norveç'ti.  Oradan bir aileyle de vakit geçirdiğimden, gözlemlediğim bazı yöresel ayrıntıları daha çok kendim hatırlamak için buraya da aktarmak istiyorum. Çünkü isimler biraz zor hatırda kalacak türden.

Önce yemeklerden başlayalım. Öncelikle söylemek lazım ki, Norveç'in de tıpkı Almanya gibi öyle hiç de anlatılacak bir mutfağı yok. Lakin balıkçılığıyla ünlü bir ülke ve sık sık deniz ürünü tükettiklerinden gayet sağlıklı bir yaşam sürüyorlar. Balıktan nefret eden biri olarak ben bile gayet akşam yemeğinde hiç kendimi  zorlamadan iki parça somon yedim, itiraf ediyorum. Hiç buradakiler gibi değildi, nihayetinde buraya da ithal geliyor, oradaki taze ve kaliteli olduğundan yiyebildiğimi düşünüyorum. Diğer dikkatimi çeken şey ise aşırı fazla ekmek yedikleri halde obez olmamalarıydı. Sürekli bisikletle kondüsyon halinde olduklarından ve kış sporları yaptıklarından olsa gerek. Yoksa ben de onlar gibi her yemekte 6-7 dilim ekmek yesem şu an obezite sınırlarında yuvarlanıyor olurdum.


Bahsedilebilecek ilginç şeylerden biri, brunost. Yani kahverengi peynir. Almanya'da da
braunkäse olarak geçiyor. İskandinavya ve Almanya dışında başka yerde de bilinen bir şey değil sanırım. Fakat en çok Norveç'e özgü bir gıda olarak anılıyor. Cheese slicer dedikleri aparatı da ilk icat eden adam Norveçliymiş zaten. Hatta hediyelik eşya dükkanlarında bile bu cheese slicerlardan satılıyor. Brunost, adı peynir olmasına rağmen aslında hiç peynir gibi değil, keçi sütü ve kremanın karamelize edilmiş hali. Tadı da fazla tatlı, bence tatlılarda kullanmak için daha uygun. İlk bana kahvaltıda ikram ettiklerinde, "bu ne ya" diye düşünmüştüm, ama sonra brunost waffle'ı yiyince sevdim. Waffle'a bile yakışıyor, öyle bir peynir yani.
Bir diğeri de" bolle", çoğulu için "boller". Bu da muffin, çörek gibi bir şey. Üzümlü ya da çikolata parçacıklı olarak satlıyor. Aslı üzümlüymüş aslında ama ben çikolatalı olanları daha çok sevdim. Klasik bir kahvaltılık, bunu yemezsen Norveçli sayılmıyormuşsun, öyle diyorlar. Ayrıca benzin istasyonlarında 3 tanesi 19 krona satılıyordu, Norveç'te gördüğüm en ucuz şeydi sanırım. Pahalılık konusuna herkes bildiği için girmeyeceğim bile. Meraklısına, boller tarifi ve ayrıntısı şurada var, http://mylittlenorway.com/2008/12/the-famous-boller/

Her tarafı denizlerle kaplı hatta, dağlarına arasına bile denizler giren, fjord ülkesi olan Norveç doğasıyla olsun, yaşam şekliyle olsun gayet sevilesi bir yer. Tek kötü tarafı buz gibi havası, ben gittiğimde Ağustos sonu olmasına rağmen 15-17 derece arasında seyretti hava. Avrupa'dan çok biraz Amerikan kültüründen etkilenmiş gibiler. En azından yaşam şekilleri daha Amerikanca. Tarih olarak da en önemli devilerlerini Vikingler dönemi olarak kabul ediyorlar. Golden Viking Age diyorlar hatta. Viking gemi müzesinde gördüklerim de ilginç şeylerdi, fakat bu yazı çok uzamasın diye uzun uzun yazamayacağım. Obur gibi yemeklere öncelik verdiğimden Vikinglere çok yer kalmadı. Yalnız yol kenarlarında gördüğüm, özellikle şehir merkezinden uzak yerlerdeki tepeciklerden bahsedebilirim sanırım. Bunlar ölen önemli vikingleri gemilerine kurdukları barakalarda yaktıktan sonra gemileriyle beraber gömmelerinden kaynaklı, tarihi kalıntılarmış.  Derin bir mezar kazmak yerine böyle tepecik şeklinde mezarlar yapmışlar. Gemiyle gömülmek ise tam bir Viking cool'luğu. Müzeye koydukları gemiler de böyle mezarlardan çıkarılmış zaten.



Fotoğraf sanırım İsveç'tenmiş ama viking vikingdir işte, kurcalamaya gerek yok. Sanırım daha da uzamadan bu yazıyı bitirsem iyi olur. Vi sees, ha det bra!



25 Eylül 2012 Salı

Faun

Daha önce hiç özellikle bir müzik grubu için bir blog yazısı yazmamıştım, ama bu blog, saçma sapan bir şey olduğundan hiçbir düzeni de yok zaten. Neyse konumuz, Faun. Kendisiyle ilk youtube'da Eluveitie'nin birkaç şarkısını dinlerken köşedeki önerilerde gördüm. Herhalde hayatımdaki en iyi youtube önerisiydi. Unda adlı pek bir pagan ve enstrümental şarkısını epey beğendikten sonra bir bakayım kimmiş bunlar dedim. Meğersem Alman bir grupmuş ama pekçok dilde şarkıları var, bunlara, İspanyolca, Fince, İzlandaca ve hatta Uygur Türkçesi de dahil. Facebook'ta olsun twitter'da olsun pek çok yerde paylaştım, benim gibi onları da bağımlı yapmaya çalıştım ama tek bir arkadaşım dışında diğerleri pek ilgilenmediler. Fakat ben hala manyak gibi dinlemekteyim. Tipleri şöyle,


Yaptıkları müzik genelde pagan veya ortaçağ (medieval) dedikleri tarzda bir müzik ve her türlü enstrümanları kullanıyorlar. Sırf laternanın sesine bile bayılan, değişik dillerdeki şarkılarla ilgilenen benim için tam bir müzik ziyafeti yani. Birkaç örnekle verirsek önce Unda'dan bahsetmem lazım. Dinlediğim ilk Faun parçası olduğu için benim için yeri ayrı ve neredeyse adımın tamamını söylüyorlar. (:P) Kelt dilinde bir şarkı, adımın tamamen geçtiği yerdeki profunda ise derin demekmiş, öğrendiğim kadarıyla da İspanyolca ve Portekizce'de de aynı kelimeymiş. (Gereksiz bilgi burada sona eriyor.)




Diğer bir örnek, Latin dilindeki Satyros, ayrıca Pagan inanışındaki yarı at yarı insan şeklindeki yaratığın da adı bu olsa gerek.
Uygur Türkçesi olan Oyneng Yar da pek bir hoş olmuş, sözlerinin büyük kısmını da Türkçe bilen birinin anlaması gayet mümkün.
Özellikle ders çalışırken, kitap okurken ya da bir işle meşgulken Faun dinlemek gayet hoş oluyor. Biz biraz daha takılacağız gibi.

31 Ağustos 2012 Cuma

Epilogue

Daha dönmeme 18 gün var ama ben bitişe yaklaştığımı hissediyorum. Nedense üstümde tuhaf bir hüzün var. Eylüle yaklaştığımızdan kafayı yiyen havadan olsa gerek... Pek çok hayal kırıklığının yanı sıra pek çok kazancı da oldu bana bu stajın. Bir kere artık her yere gidebilir, her şeyi yapabilirim gibi hissediyorum. 6 ülke, 14 şehir... 6 ay önce falan söyleseler inanmazdım asla, çoğuna da kendi çabalarımla tek başıma yola çıkarak ve yarı yolda bana eşlik edecek yoldaşlar bularak gittim. Kendim açımdan en büyük meydan okuma ve en özgüvenime katkıda bulanan şey ise Norveç'e sadece internetten tanıdığım birine güvenerek gecenin bir yarısında başlayan ve bitmek bilmeyen yolculuğa çıkmamdı. Güven sorunlarımın bir kısmını da böylece aştığıma inanmak istiyorum.

Neden Norveç gezimi bu kadar abarttığıma gelirsek, daha önceki gittiğim yerlerde yanımda ya lise arkadaşım vardı ya da buradan tanıştığım birkaç kişiyle beraber yola çıkıyor (en azından Almanya sınırları içinde bir yerde buluşarak) ve gideceğimiz yere öyle gidiyor, hostelde veya daha önce ayarlanmış yerlerde kalıyorduk. Burada tek dayanağım 2 yıldır internetten sık sık konuştuğum Norveçli arkadaşımdı ve onu bulamadığım sürece hiçbir back-up planım da yoktu. Biraz kontrol manyağı olduğumu inkar etmeyeceğim, bu şekilde işimi şansa bırakmak benim için bir gelişme sayılır yine. Diğer unsur ise uçağın Frankurt Hahn havaalanından 8:45'te kalkması ve benim yaşadığım yerden yaklaşık 4-5 saat uzaklıkta olmasıydı. Onun için de yine control freak güçlerimi bir araya getirip bütün tersliklere karşı planlarımı ayarlamıştım. Fakat Murphy yine bana son oyununu oynadı ve sonuç olarak daha önce hiç gitmediğim Mannheim bus terminal'dan 2:45'te olan airport express'e binme kararını 5 dakika içinde almak zorunda kaldım, neyse ki şanslıydım ve her şey yolunda gitti. Norveç'teki arkadaşım da tek kelimeyle mükemmel bir insan olduğu için bana tüm desteği sağladı, istediğim pek çok yeri gezdim ve beni sabah 6:30'da kalkacak saçma Ryanair uçuşum için gecenin 3'ünde kalkıp Oslo'daki havaalanına bırakmaya gönüllü oldu. Geziye dair pek çok ayrıntı var ama ben Norveç'i dağlarıyla, fjordlarıyla, brunost waffle'ıyla ve dünya tatlısı Langli ailesiyle hatırlayacağım.

O kadar geziden sonra soyulmuş gibi parasız kaldığımdan bahsetmeye gerek var mı acaba? Rezillik... Oysa o kadar dikkatli harcamaya çalışmıştım paramı ama fakirliğin gözü çıksın. Şimdi 7 eylüle kadar Karlsruhe'de oturup Ziraat'ten son öğrenim kredimin yatmasını bekleyeceğim. Dönmeme de çok az kaldı, özlerim ki ben buraları, en çok da sırt çantamı omuzuma alıp elimde haritayla hiç bilmediğim onca şehiri gezmeyi. Çok kötü alıştım, hayal ettiklerimden elbette az ama yine de çok güzeldi. Bir daha geri gelirim değil mi? Daha İsveç var, Hollanda var, Prag var... Yok yok yine gelmem lazım, olmaz böyle. Belki o zaman hayal ettiklerimin diğer kısmını da gerçekleştiririm kıpsss.

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Cenazemde çalınabilecek şarkılar

Birkaç şarkı var böyle, hani hayatını ifade eder. Genelde sözsüz ve hüzünlü olur bunlar, işte bazen diyorum bunlar cenazemda çalınmalı. Sözlü olsa da Radiohead-Lucky de bu gruba girebilir aslında, ama cenaze şarkısı dediğin sözsüz olmalı.

İlki; yıllardır dinleye dinleye bıkmadığım Opeth'den Epilogue. Adı üstünde Epilogue işte, son deyiş, bitiş;




Diğeri de Eluveitie'den Anagantios. Anagantios, Kelt takvimine göre yılın dördüncü ayıymış, benim de yılın dördüncü ayı olan Nisan'da doğmam daha da anlamlı kılabilir belki bu durumu;

26 Haziran 2012 Salı

Midnight in Paris


Geçen hafta sonu Stuttgart'ta IAESTE'yle staj yapan lise arkadaşım Büşra sayesinde 20 euro'ya olan bir Paris gezisine katılma şansım oldu. İranlı kadın hakları için bir gösteri yapılacakmış, biz de ona Almanya'nın çeşitli bölgelerinden kalkan otobüslerle katılıp Paris'i de gezeriz diye düşündük, çünkü gidiş dönüş otobüs masrafları, 3 yıldızlı bir otelde cumartesi gecesi kalması ve kahvaltı toplam 20 euro gibi inanılmaz bir fiyataydı ve bunu kaçırmak istemezdim. Fikir güzeldi, güzel olmasına ama olacak aksilikler aklımdan bile geçmezdi. Paris metrosunda ve sokaklarında gece yarısı yaşadığım maceralardan ve deli gibi yağışlı bir havada Everest'e tırmanıyormuş gibi Eiffel'e tırmanacağımdan da haberim yoktu tabii.

Plan; cuma gecesi otobüsün Stuttgart'takileri 00:00'da ve Karlsruhe'den de bizi 01:00'da alıp cumartesi sabah demonstration'dan çıkış yapıp otele yerleşmek, gece Paris'te biraz takılıp pazar sabah ise otobüsün bizi otelden alıp Paris'in merkezinde bir yere bırakıp akşam da aynı yerde alıp Almanya'ya geri dönmekti. Ev yani staj arkadaşlarım da benimle gelecekti. Fakat daha ilk saatlerde otobüsün gecikmesiyle işler karıştı. Karlsruhe merkez istasyonundan eve dönmek biraz zor olduğundan ev arkadaşlarım geri döndü ama ben inat edip geleceğinin hiçbir garantisi olmamasına rağmen otobüsü beklemeye karar verdim. Karlsruhe'nin evsizleriyle resmen sabah 04:30'a kadar istasyonun içindeki banklarda bekledim ve çok tuhaf tipleri gözledim. Misal sırt çantası kucağında uyuyup uykusunda çantasıyla öpüşen bir genç çocuk vardı, bir tane de zenci abi elinde kadın çantasıyla sürekli ortalıkta dolaşıyordu. Neyse sonra otobüs geldi, turu organize eden Peter, gecikme için özür diledi falan filan, otobüse binince Büşra'yı gördüm direkt zaten. Otobüs o kadar gecikince tabii Stuttgart tayfasından da bayağı geri dönenler olmuş. Bütün koltuklar tekliydi, ben de rahat rahat yatarım diye Büşra'yı bırakıp boş bir koltuğa geçtim, bilseydim geçmezdim. Sabahın altısında otobüs lönk diye Fransa sınırında bir yerde durdu. Münih'ten gelen otobüs bozulmuş, bizim otobüsteki boş yere o yolcuları alacaklarına dair Almanca ve İngilizce duyuru yaptılar. Gelenlerin hepsi de nedense Rus'tu ve bağıra bağıra konuşuyorlardı. Erkeklerden teki benim yanıma oturdu. Sonra bir baktım, bizim koltuğa bir tane daha adam oturuyor, "it's needed" falan diyorlar. "No, I'm too uncomfortable here" falan diye çığırsam da beni dinlemediler. Bir de kahvaltı niyetine elinde sek votkalarla gelmişler. Bana da ikram etmeye çalışıyorlar falan, bildiğin yavşak tipler zaten. Neyse otobüs şoforü üçlü oturanlardan inen olmazsa polis çağıracağım falan dedi. Büşra da benim gibi bahtsız bedevi onun da yanına kucak kucağa iki tane Rus kız oturmuş sıkış tepiş duruyorlar. Neyse ki polis çağıracağım diyince bunlar indi otobüsten, ben de yanımdaki yavşaklardan kurtulup Büşra'nın yanına geçtim. Bunların dırdırından uyuyamasak da öylece Paris'e varmış olduk ve Charles De Gaulle havaalanındaki gösteri merkezine girip bize verilen biletlere mühür bastırdık, sonra da gösteriden en kısa sürede nasıl kurtuluruz diye planlar yapmaya başladık ama öğlen 4'e kadar ne kadar uğraşsak da o alandan ayrılma girişiminde bulanamadık. Öncü bir kuvvet gönderip otele yürüyerek gidip check in yaptırmaya çalıştık, sonra da biz otobüsle girmeye karar verdik. Yalnız otobüsle gidecekler olarak bir baktım sadece ben, Büşra ve Peter kalmışız. Rus tayfadan da kurtulmuşuz neyse ki. Meğersem diğerleri yani Stuttgart tayfası Premier Classe adlı otelin yanlış şubesine check in yaptırmışlar, biz de doğru otele geldiğimiz halde geri dönüp rezervasyonu onların yerleştiği otele aldırmak zorunda kaldık. Peter diğer otele gitmemiz için taksi tuttu, ve turist kazığı olarak taksici taksimetreyi 10 euro'dan açınca 25 euro tuttu. Neyse ki hepsini sorumluluk aldığı için Peter ödemeye gönüllü oldu. Sonra akşam 6 gibi otele yerleştik, biz gelince herkes uyumuş ve dinlenmişti. Biz ise uykusuzluktan geberdiğimiz için duş alıp dinlenmeye ihtiyacımız vardı. Bütün Alman tayfasıyla aynı koridorda kaldığımız için kapılarımızı açıp yaptığımız toplantıdan sonra biz akşam 9'a kadar uyumaya, önceden dinlenenler de 10 dakika sonra çıkıp Paris'i dolaşmaya karar verdi. Midnight in Paris maceram da bu kararla başlamış oldu.

Duş alıp biraz dinlendikten sonra merkeze çıkıp yemek yiyelim dedik. Metroyla Chatelet Halles meydanına geldik. Metro da mübarek o kadar karmaşık ki Beyoğlu metrosundaki yürüyen bantların yokuş aşağı ve yokuş yukarı olanları var, neredeyse metroyla geldiğin yol kadar yol yürüyorsun dışarı çıkabilmek için. Almanya gibi rahat da değil öyle binmek, her yer turnikeli. Hem de giriş ve çıkışta da biletini kullanıyorsun. Neyse Chatelet Halles'e vardık. Orda dolanalım yemek yiyelim, derken bir baktık ki saat gece 12 olmuş. Metroya indik, bizim yönde giden son metroyu da kaçırmışız. Sokağa belki night bus vardır diye geri döndük, sokakta şarap içen iki genç sevgili bulduk onlara sorduk. Iphone'larıyla baktılar, otobüs yokmuş ama bizim yöne giden son bir daha tren varmış. Onu da bilet almayı beceremediğimizden (salak Fransızların makinesi bozuk para ya da kredi kartı istiyor çünkü, kağıt parayla olmuyor) kaçırdık. Bari en yakın yerden taksi tutalım dedik, o da 4 dakika sonra kalkıyordu. Ben o gelirken rahat 10-15 dakikada geçtiğimiz yolu nasıl koştum anlatamam, bantlardan aşağı yukarı deli gibi koşuyorum. Neyse tren Mitry diye bir istasyona gidiyordu. Haritadan bakıp bize en yakın noktasında indik. Etrafa baktık, taksi bulamıyoruz. İnsanlara soruyoruz telefon numarası de veremiyorlar bize. O sırada aramızda biz Peter da var diye İngilizce konuşurken Ukraynalı bir çocuk geldi yanımıza. O da bizim bitişik otelde kalıyormuş ve oraya dönmeye çalışıyormuş. Hep beraber seferber olduk, dönmeye çalışıyoruz falan, çok komikti. Önce bir tane bizim gideceğimiz yerin bir durak öncesine giden bir night bus bulduk. Orda indik, bizim otelin orda da bir şubesi var. Taksiyi bari onlar çağırsın dedik ama içeride kimseyi bulamadık. Yolda bir tane taksi bulduk ama dallama Fransız taksici, ben arabama 5 kişi almam, daha büyük taksi çağırın dedi gitti. Anasını satayım biz Türkiye'de 7-8 kişi biniyoruz taksiye bir şey demiyordu kimse, memleketim işte... Otelin kapısının önünde bir taksi vardı ama iki tane kadın da taksiciyle kavga ediyor, onları turist diye kazıklamış. Diyor bu taksiyi tutamazsınız, önce polis gelecek falan. Sikeriz böyle şehrin belasını diyip polis istasyonuna gittik, bize taksiyi onlar tutsun diye. Öyle zor bir şehir ki Fransızlarla beraberken, taksi bile tutamıyorsun, meh. Neyse sonunda polisler yine o taksiciyi durdurdu, tembihledi 15 eurodan fazla almayacaksın bu turistlerden diye. Böylece gece 3:30 gibi otele varmış olduk, Ukraynalı da kendi oteline geçti. What a night!

O gecenin yorgunluğundan sonra sabah 8:30'da kalktım, kahvaltı ettim. Otobüs de bizi 9:30'da almaya geldi. Gitmeden önce bir gece önceki Ukraynalı çocuğu bizim otelin resepsiyonunda gördüm. Biraz daha konuştuk, gündüz gözüyle bakınca tatlıymış aslında, ama 14 temmuza kadar Paris'teyim dedi, napayım yani, ahaha. Neyse otobüs bizi Concerde diye bir meydanda bıraktı, orda gruplar halinde dolaşmaya başladık. Ben, Büşra ve Büşra'nın arkadaşı Fatih ayrıldık Almanlardan, zaten sürekli Almanca konuşup duruyorlar. Peter da bize İngilizce açıklama yapmaktan bıkmıştır dedik. Önce Louvre gitmeye karar verdik. Giderken bir kafede durup Büşra kahve içmek ve bir şeyler yemek için durmak istedi, çünkü o kahvaltı etmemişti. Oradaki salak garson da 3 kişinin oturduğu masadan ben tek kişiden sipariş almam dedi, bildiğin dallama bunlar cidden. Bir de atar yapıyor artis. Ben de gıcıklık olsun diye çıkarken 1 cent bahşiş bıraktım, Fransız ya belki anlamaz yine bu. Ordan Louvre'a geçtik, devasa bir kalabalık olduğu için sadece bahçede oyalanıp piramitlerin önünde fotoğraf çektirebildik. Mona Lisa'yı göremedim, ühü. Ordan da yine haritaya bakarak geç olmasın diye Eiffel Kulesi'ne gitmeye karar verdik. Tam o sırada yağmur bastırdı. Eiffel'de tepeye çıkmak için iki seçenek var; ya merdivenlerden 2. kata kadar çıkacaksın ve asansöre bineceksin, ya da direkt en tepeye kadar asansöre bineceksin. Merdivenle çıkmak biraz daha ucuz tabii ama aşırı fark yok, 12-24 yaş arası için merdiven seçeneği 9 euro, direkt asansör ise 12.5 euro. Bitmek bilmeyen bir kalabalık olmasaydı asansörle çıkmaya razıydım, ama kısıtlı vakit yüzünden merdivenleri seçmeye karar verdik. Böylece o fırtınalı, yağmurlu havada Everest'e tırmanır gibi Eiffel'e tırmanmış olduk. En tepede zaten hava şartları cidden Mikail çarpıyormuş gibi hissettiriyor, resmen sis ve bulutun içindeydi zirvesi. Sonra tabii geldiğimiz yolu geri yürümek zorundaydık, ben de 3 euroluk şemsiyemi rüzgardan kıçı başına geçtiği için 2. katta bıraktım. Eiffel'e benden anı olsun, tırnaklarımla kazıyarak çıktım resmen. Duygularımı şu sırılsıklam fotoğrafım çok güzel anlatıyor;

Ordan Champs Elysées'e nam-ı diğer Şanzelize'den geçmeden olmaz tabii. Otobüsün buluşma noktasına varmak için yarım saat kalmışken Büşra'yla bir Yves Rocher bulduk, inanılmaz ucuzdu. Öyle makyaja süse düşkün olmayan ben bile çıldırdım. Tuğba'ya parfüm aldım, kendime de İzmir'den 20 liraya aldığım yüz temizleme jelini 3 euroya aldım. Sonra kendime başka bir yerden de cüzdan aldım, makaron aldım. I loved Şanzelize!  Dönüş gelişten çok daha kolay oldu, şükür ki. Akşam 9'da yola çıktık, sabah 4'te Karlsruhe'deydim. 7 saat de az değil ama otobüsü bekleyip gittiğime hiç de pişman değilim. Bir daha 20 euro'ya Paris'i göremem zaten. Atraksiyonlu ve yorucuydu ama eğlendim. Hala ayak bileklerim ağrıyor, koskoca büyük şehir Paris'i tabana kuvvet dolaşmak da akıl karı değilmiş, öğrenmiş oldum. Paris güzel de, Fransızları ordan boşaltsınlar diyor ve bu yazımı da burda sonladırıyorum. Çok uzun oldu, kimse okuyacak değil zaten, ahaha.


18 Haziran 2012 Pazartesi

Güzel şehir Strasbourg


Dün bize en yakın Fransa şehri olduğu için Strasbourg'a gittik. Aslında toplamda 30 dakika mesafe olmasına rağmen maalesef direkt bir tren yok. O yüzden üçümüz de Appenweir istasyonunda aktarma yaparak 1 saatte Strasbourg'a varmış olduk. Sabah hava durumuna baktığımızda güneşli görünmesine rağmen yağmurlu ve buz gibiydi. O yüzden istasyonda inip ilk gördüğümüz McDonalds'a gidip kahve içmeye karar verdik. Buradaki McDonalds'lar zaten McCafé diye bir eklentiye daha sahip ve daha çok kahve çeşidi var. Neyse Strasbourg'daki ilk İngilizce bilmeyen Fransız darbesini de en beklenmedik yerde McDonalds'da almış oldum. Resmen el kol hareketleriyle 3 tane kahve aldım ve yine kasadaki ekrana bakarak parayı ödedim. Sonra gezi rehberinde gördüğümüz Notre Dame kathedraline gitmeye karar verdik. Yoldan geçerken de iki tane Türk dönerci ve kebapçı dükkanına rastladık ve gülüştük.

Strasbourg; Venedik ve Amsterdam gibi kanallardan oluşan bir şehir ve üzerinde onlarca köprü var. Bizim uzaktan Notre Dame kathedrali sandığımız ise daha küçük olan Eglisé katedraliymiş ve ona bile giderken kanalın üzerinde köprüyle karşıya geçiyorsun.
Bu gördüğüm ilk köprüydü ve daha onlarcasını göreceğimden habersiz hemen Japon turist gibi fotoğrafını çektim. O sırada hava soğuk olduğundan biraz solgun çıkmış sonra güneş açınca çok daha güzel fotoğraflar çekme fırsatı yaşadım. Zaten sonra bu fazla heyecanlı fotoğraf çekme çabalarımdan sonra fotoğraf makinesinin pilini yenilemem gerekti ama yine de değerdi. Şehrin her köşesi resmen kartpostal gibi. Notre Dame kathedralini tabii sonradan bulduk ama devasa bir büyüklükte olduğu için hiçbir kareye sığdıramadım. Ordan da La Petite France yolundan yürürken gezi botlarını gördük ve 10 euro vererek bizi büyük bir çabadan kurtarıp bütün şehri kanal üzerinden turlatacak kanal turuna başlamış olduk.

Gezi botu dediğim de şu camlı lüks botlardan. Kulaklarını takıp bir saat boyunca kanalda turlarken 16 dilde şehir tanıtımını da dinleyebiliyorsun. Tek kötü yanı camlar yansıma yaptığı için botun içinden güzel fotoğraf kareleri yakalayamamaktı. Misal şu iki şu iki kuleli köprüyü yansımadan çekmek isterdim ama ancak bu kadar oldu;

Bot turunda öğrendiğim kadarıyla Strasbourg, Alsace bölgesinin yani Almanya ve Fransa sınırlarının baş kenti olduğu için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Avrupa konseyi gibi pek çok resmi binaya da sahip, onlar da yine böyle kanal üzerinden geçen çok güzel cam köprülere sahip fakat yine yansıma yüzünden fotoğraflarını yakalayamadım. Daha bir sürü fotoğraf var elimde ama görmemiş demesinler diye facebook'a falan koymaktan çekiniyorum ama şehire bayıldım. Fakat Fransızların İngilizce bir soru sorduğumuzda sanki hakaret etmişiz gibi kötü kötü bakmaları yüzünden de iyi ki stajı burda yapmıyorum dedim. Zaten Karlsruhe'den biraz daha pahalı bir şehir, gezmek için mükemmel ama.
Rohan bile var, daha ne olsun! Bu da La Petite France denen sokağın başlangıcı aslında, karşısından da botlara biniyorsun. Param olursa tekrar bir daha gitmek isterim Strasbourg'a. Zaten onca yol, sınır değişimi zart zurta rağmen tek bir bilet kontrolü de yapmadılar. 33 euro'mu boşuna vermişim gibi oldum. Türk'üm ben, cezbetmesinler öyle.

Karlsruhe'de ilk günler

Merhaba internet!
Geldiğimden beri internete ancak birkaç gün önce kavuştum. İstediğin kadar yurtdışında ol, gez toz ama internet olmadan yine olmuyormuş bunu anladım. Şimdi aslında anlatacak çok şey var, yani bundan önceki hayatım o kadar durağandı ki o yüzden bana çok gibi de geliyor olabilir. Baştan başlayıp uzunca bir özet geçeceğim sanırım.

13 haziran 05:40 uçağıyla önce Stuttgart havaalanında indik. Üzerimizde yazlıklar vardı ve indiğimizde yağmur yağıyordu. Zaten ilk pilot havanın 10 derece olduğunu söyleyince dedim, ilk sıçışlar başlıyor. Neyse uzunca bir pasaport kontrol sırasından geçince kendimizi havaalanında malca nereye gideceğimizi bilmeyen şaşkınlar olarak meydanda bulduk. İnternetten haberleştiğimiz şekilde önce Stuttgart merkez tren istasyonuna gitmek için bir esban metrosuna yani Fluhaufen/messa'ya sonra ordan da Karlsruhe hauptbahnhauf için şehirler arası trene binmemiz gerekiyordu, fakat biz sağa sola gidip bir türlü esbanı bulamadık önce. Sonra ileride güvenlik formalı bir adam vardı, onun yanına aramuzda söylene söylene gittik. İngilizce tam sormaya başlamıştım ki adam meğersem aramızdaki konuşmaları duymuş, kendisi de Türk'müş, direkt "yardımcı olabilir miyim?" dedi. İlk hemşerimize de böylece daha ilk dakikalarda Stuttgart havalimanında rastlamış olduk. Neyse bize yolu gösterdi. Stuttgart'tan Karlsruhe'ye giderken de sağolsun biletçi Alman amca gayet düzgün İngilizce konuşabiliyordu, öylece hallettik. Karlsruhe'de bizi, bizim bölümden mezun olup KIT'de doktorasını yapan ve yanında staj yapacağımız Ertan karşıladı ve sağolsun Grötzingen'de tuttuğumuz eve kadar eşlik etti bize. Hatta ilk alışverişimizi bile eve yakın olan Lidl'den beraber yaptık.

Ev demişken hiç bahsetmemişim bir önceki yazıda. Ertan aracılığıyla Grötzingen diye okula 15 dakika mesafede Karlsruhe'nin semtinden tek odalı bir ev bulduk. Önce iki kişi kalırız demiştik ama diğer arkadaş da başka bir yer bulamayınca üç kişi deneyelim dedik. Benim korkum daracık bir yer olmasıydı ama görünce rahatladım. Çünkü gayet aydınlık ve geniş bir odadan oluşuyor. Mutfağı içinde ve üçümüzün de yatacağı yataklar vardı. Ev sahibimiz de Türk çıktı zaten, kalan eksiklerimizi de o tamamladı. Hatta ilk günün sabahına bizi kahvaltıya bile çağırdı. Grötzingen çok şirin evlerden oluşan küçük bir kasaba gibi bir yer. Bize en yakın olan market olan Lidl'e giderken de Pfinz diye bir dere gibi bir şeyin üstünden köprüden geçip gidiyoruz. Havası bile temiz böyle doğa ile içiçe resmen. İşte Pfinz ve etraftaki evlerden birkaç foto;

Merkezdeki ve üniversite çevresindeki evler tabii biraz daha farklı ama onların da mimarisi yine değişik. Şehrin her yerinden tramvay geçiyor. Otobüs gibi bir alışkanlık yok sanırım buralarda. Bu da üniversite çevresinden bir fotoğraf;

Karlsruhe iyi hoş da, biraz fazla sessiz sakin bir yer. Öğrenciler okula bisikletle geliyor. Hiçbir turnike, bilet okutma olmadığı halde herkes biletlerini alıyor. Akşam 9'dan sonra barlar ve McDonalds gibi yerler dışında bütün dükkanlar kapanıyor ve saat 23:30'dan sonra tramvay seferleri de çok seyrekleşiyor. Kampüs içi biraz daha hareketli ama bazen İstanbul ve İzmir'deki hareketliliği aramıyor da değilim. Fakat burda birkaç pahalılık dışında hayat o kadar kolay ki dönmek benim için çok zor olacak. Hemen alıştım ve benimsedim çünkü.

3 Haziran 2012 Pazar

Stajdan önce

Melaba, ben tam 10 gün sonra Almanya'ya staja gidiyorum biliyor musun? Evet, resmen kıçımı yırttım ve sonunda bir şans yakaladım ve onu elimden geldiğince iyi değerlendirmek istiyorum. Malum, pek şanslı bir insan değilim ve böyle bir fırsat elime bundan sonra zor geçer. Karlsruhe Institute of Technology diye bir üniversitenin Process Engineering in Life Sciences departmanında, Biomolecular Separation kısmında 13 haziran-18 eylül arasında olacak stajımız.  Erasmus aracılığıyla yapacağımız için şanslıyız ki hibemiz de olacak. Tabii ben bölümün adının İngilizcesini yazdım, hala Almanca'sını yazamıyorum düşün. Molekulare Auferbeitung von Bioprodukten ne lan hem, ne gerek var değil mi?

Karlsruhe Almanya'nın güneyinde Fransa sınırında küçük bir şehir. Karl'ın huzur bulduğu yermiş güya. Ruhe, huzur demekmiş yine alamancada. Bakalım biz de huzur bulabilecek miyiz? Bölümden iki arkadaş daha benimle geliyor ve henüz kalacak yer ayarlamış değiliz. İlk homeless deneyimimi yurtdışında yaşarsam da, komik olur bak. Bir yandan iyi oldu diyorum, çünkü yurtdışında olmadığı sürece bir yere böyle sıfırdan yerleşip ailemden hiçbir yardım alamadan, kendim yer bulup yerleşemezdim. Hani İzmir'de de yurdu neyin kendim buldum, tek başıma yerleştim ama ne bileyim kuzenim vardı, onda kalmıştım birkaç gün önce; yani bir dayanağım vardı. Orda öyle bir şey olmayacak. İlk günler hostelde kalıp en kötü ihtimal, orada araştırırız diyoruz. Her ihtimale karşın güzel olacak, ufak aksilikler olsa da sonradan unutulur.

Ta ağustosta mı eylül başında mı ne demiştim, hatırlıyor musun? Her şeye rağmen güzel bir şeyler olacak bu yıl, hissediyorum demiştim. Geç oldu, anca yaza denk geldi ama geç olsun ama güç olmasın derler. Hadi bakalım...