Quotes
“Slave is an Ephebian word. In Om we have no word for slave,' said Vorbis.
'So I understand,' said the Tyrant. 'I imagine that fish have no word for water.”
"Vorbis liked to see properly guilty consciences. That was what consciences were for. Guilt was the grease in which the wheels of the authority turned."
“Humans! They lived in a world where the grass continued to be green and the sun rose every day and flowers regularly turned into fruit, and what impressed them? Weeping statues. And wine made out of water! A mere quantum-mechanistic tunnel effect, that'd happen anyway if you were prepared to wait zillions of years. As if the turning of sunlight into wine, by means of vines and grapes and time and enzymes, wasn't a thousand times more impressive and happened all the time...”
“The merest accident of microgeography had meant that the first man to hear the voice of Om, and who gave Om his view of humans, was a shepherd and not a goatherd. They have quite different ways of looking at the world, and the whole of history might have been different. For sheep are stupid, and have to be driven. But goats are intelligent, and need to be led.”
Gelelim en sevdiğim Discworld kitabına... Genelde çok sevdiğim şeyleri analiz ederken daha çok zorlanıyorum nedense. Kelimelerle anlatılmaz, harika işte, mükemmel diyip konuyu kapatasım geliyor bu durumlarda. Bu kitap çok güzel bir din alegorisi, fakat bunu kurguyla ve kara mizahla çok güzel harmanlıyor, kesinlikle yormuyor, sıkmıyor. Tam tersine alt metninin ağırlığına rağmen çok eğlenceli ve son derece akıcı bir kitap. Terry Pratchett, Noragami animesini izlese sever miydi, bilmiyorum ama tanrıların onlara inananların olduğu sürece var olduğu ve imanın gücüne göre güçlendiği bir hikaye olarak o anime; bana hep bu kitabı hatırlatmıştı. Bu kitapta nasıl dinin asıl tanrıya olan inancın üstüne büyüdüğü ve onu kapladığını ve insanların tanrıya inanmayıp bırakıp kurallara, klisenin hiyerarşisine tapındığı, rituellerin konforuna kendini kaptırdığını anlatıyor. Bunu Pratchett, büyük tanrı Om ve onun klisesi üzerinden örneklemeyle yapsa da islam kültüründe büyümüş biri olarak ben, bu kitabı okurken pek çok şeyin örneklerini bizim toplumda da gördüm. Din sorgulanmaz, tanrı çok büyük, fakat neden inandıklarını bile düşünmek istemiyor insanlar. Bir sürü kurallar var, kurallar neden var, ne için var, neye hizmet ediyor? Asıl inandıkları neydi, tanrının kendisi mi, bu kurallar mı yoksa her gün düşünmeden yaptıkları ritüellerdeki iç rahatlığı ve konfor mu? Bu sorular hep benim de aklımdan geçmiştir; ve bu kitabın bu sorgulamaları çok zekice bir dille ve kara mizahla yapması çok hoşuma gitti. Kitaptaki bir filozof diyor ki; kütüphanede farklı dinler adına binlerce kitap var, hepsi kendisinin en iyi din olduğunu iddia ediyor!? Ne kadar ironik değil mi?... Dinlerin var olma sebebi insanları genel ahlak kuralları çerçevesinde bütünleştirmek bence. O yüzden değil midir ki, neredeyse tüm dinlerde ortak nokta kurallar bütünü; diğer insanlara, hayvanlara ve doğaya saygı duy, zayıflara sahip çık, başkasından çalma, kul hakkı yeme gibi nasihatlerden oluşur. Fakat din; her ne zaman tanrının, inancın ve ahlakın da üzerine koyulduğunda din için cinayet, din adına ayrımcılık gibi riyakarlık ve tezatla karşılaşıyoruz. Neyse bu konu çok derin, söylecek çok şey var ama şimdilik burada bırakıyorum.
Genel olarak kitabın konusundan bahsedersek önceden çok güçlü olan, adına yüzlerce tapınak yapılmış, hala görünürde milyonlarca inanı olan büyük tanrı Om, dünyaya güçsüz bir kaplumbağa olarak düşüyor. Sesini duyurabildiği tek kişi ise yarım akıllı rahiplik öğrencisi Brutha. Brutha, önce kaplumbağanın tanrı olduğuna inanmasa da (konuşabildiği ve tanrı olduğunu iddia ettiği için hatta bir çeşit iblis olduğunu düşünüyor ilk), Om bir şekilde onu ikna ediyor, çünkü Brutha'nın inancı sarsılmaz! Kitabın başlarında klise ve çevresinde oldukları kısımlarda benim için en etkileyici olan kısım, hac ziyaretine Om tapınaklarına gelip dua etmek için her gün binlerce insanın toplanması ve Om'un onların hiçbirine asıl tanrıları olan kişi olarak sesini duyuramadığı kısımdı. İnsanlar, ağlıyorlar, kendinden geçiyorlar, tapınağa dönüp dua ediyorlar ama asıl tanrıları kaplumbağa şeklinde ayaklarının dibinde sesini duyuramıyor, hatta tapınağa koşturanlar tarafından yanlışlıkla birkaç kez tekmeleniyor. Bu kısım gerçekten çok ironik ve bir o kadar da üzücüydü. Kitabın ilerleyen kısmında klisenin başındaki adam ve kitabın villain'ı Vorbis ile tanışıyoruz. Bir nevi sosyopat olan Vorbis, kötü adam olarak gerçekten çok başarılı. Kaplumbağa Om, onu şöyle ifade ediyor, bir kaplumbağayı asıl amacı öldürmek için değil de acaba ölecek mi diye güneşin altında ters çevirip bırakan bir adam çok tehlikelidir. Vorbis, filozoflarıyla ünlü, gavur Ephebe'dekileri (bir nevi Antik Yunan) dine ikna etmek ama asıl amacıyla ortadan kaldırmak için oraya diplomatik bir göreve gidiyor. Giderken de yanında kalın kafalı olmasına rağmen, bir nevi fotoğrafik hafızası olan Brutha'yı da alıyor. Tabii Brutha'da bir kutuya koyup Om'u da yanında götürüyor ve böylece asıl macera başlıyor...
Bu postu beni Terry Pratchett ve onun müthiş hayal gücünü kaleme aldığı Discworld serisiyle tanıştıran sevgili Elendor'a adamak istiyorum. İyi ki doğdun, iyi ki varsın! Feliz cumpleaños!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder