anime, science fiction, fantastic literature, tv series, music and other geeky stuff
21 Nisan 2021 Çarşamba
K-drama serileri
18 Nisan 2021 Pazar
Small Gods by Terry Pratchett
Quotes
“Slave is an Ephebian word. In Om we have no word for slave,' said Vorbis.
'So I understand,' said the Tyrant. 'I imagine that fish have no word for water.”
"Vorbis liked to see properly guilty consciences. That was what consciences were for. Guilt was the grease in which the wheels of the authority turned."
“Humans! They lived in a world where the grass continued to be green and the sun rose every day and flowers regularly turned into fruit, and what impressed them? Weeping statues. And wine made out of water! A mere quantum-mechanistic tunnel effect, that'd happen anyway if you were prepared to wait zillions of years. As if the turning of sunlight into wine, by means of vines and grapes and time and enzymes, wasn't a thousand times more impressive and happened all the time...”
“The merest accident of microgeography had meant that the first man to hear the voice of Om, and who gave Om his view of humans, was a shepherd and not a goatherd. They have quite different ways of looking at the world, and the whole of history might have been different. For sheep are stupid, and have to be driven. But goats are intelligent, and need to be led.”
Gelelim en sevdiğim Discworld kitabına... Genelde çok sevdiğim şeyleri analiz ederken daha çok zorlanıyorum nedense. Kelimelerle anlatılmaz, harika işte, mükemmel diyip konuyu kapatasım geliyor bu durumlarda. Bu kitap çok güzel bir din alegorisi, fakat bunu kurguyla ve kara mizahla çok güzel harmanlıyor, kesinlikle yormuyor, sıkmıyor. Tam tersine alt metninin ağırlığına rağmen çok eğlenceli ve son derece akıcı bir kitap. Terry Pratchett, Noragami animesini izlese sever miydi, bilmiyorum ama tanrıların onlara inananların olduğu sürece var olduğu ve imanın gücüne göre güçlendiği bir hikaye olarak o anime; bana hep bu kitabı hatırlatmıştı. Bu kitapta nasıl dinin asıl tanrıya olan inancın üstüne büyüdüğü ve onu kapladığını ve insanların tanrıya inanmayıp bırakıp kurallara, klisenin hiyerarşisine tapındığı, rituellerin konforuna kendini kaptırdığını anlatıyor. Bunu Pratchett, büyük tanrı Om ve onun klisesi üzerinden örneklemeyle yapsa da islam kültüründe büyümüş biri olarak ben, bu kitabı okurken pek çok şeyin örneklerini bizim toplumda da gördüm. Din sorgulanmaz, tanrı çok büyük, fakat neden inandıklarını bile düşünmek istemiyor insanlar. Bir sürü kurallar var, kurallar neden var, ne için var, neye hizmet ediyor? Asıl inandıkları neydi, tanrının kendisi mi, bu kurallar mı yoksa her gün düşünmeden yaptıkları ritüellerdeki iç rahatlığı ve konfor mu? Bu sorular hep benim de aklımdan geçmiştir; ve bu kitabın bu sorgulamaları çok zekice bir dille ve kara mizahla yapması çok hoşuma gitti. Kitaptaki bir filozof diyor ki; kütüphanede farklı dinler adına binlerce kitap var, hepsi kendisinin en iyi din olduğunu iddia ediyor!? Ne kadar ironik değil mi?... Dinlerin var olma sebebi insanları genel ahlak kuralları çerçevesinde bütünleştirmek bence. O yüzden değil midir ki, neredeyse tüm dinlerde ortak nokta kurallar bütünü; diğer insanlara, hayvanlara ve doğaya saygı duy, zayıflara sahip çık, başkasından çalma, kul hakkı yeme gibi nasihatlerden oluşur. Fakat din; her ne zaman tanrının, inancın ve ahlakın da üzerine koyulduğunda din için cinayet, din adına ayrımcılık gibi riyakarlık ve tezatla karşılaşıyoruz. Neyse bu konu çok derin, söylecek çok şey var ama şimdilik burada bırakıyorum.
Genel olarak kitabın konusundan bahsedersek önceden çok güçlü olan, adına yüzlerce tapınak yapılmış, hala görünürde milyonlarca inanı olan büyük tanrı Om, dünyaya güçsüz bir kaplumbağa olarak düşüyor. Sesini duyurabildiği tek kişi ise yarım akıllı rahiplik öğrencisi Brutha. Brutha, önce kaplumbağanın tanrı olduğuna inanmasa da (konuşabildiği ve tanrı olduğunu iddia ettiği için hatta bir çeşit iblis olduğunu düşünüyor ilk), Om bir şekilde onu ikna ediyor, çünkü Brutha'nın inancı sarsılmaz! Kitabın başlarında klise ve çevresinde oldukları kısımlarda benim için en etkileyici olan kısım, hac ziyaretine Om tapınaklarına gelip dua etmek için her gün binlerce insanın toplanması ve Om'un onların hiçbirine asıl tanrıları olan kişi olarak sesini duyuramadığı kısımdı. İnsanlar, ağlıyorlar, kendinden geçiyorlar, tapınağa dönüp dua ediyorlar ama asıl tanrıları kaplumbağa şeklinde ayaklarının dibinde sesini duyuramıyor, hatta tapınağa koşturanlar tarafından yanlışlıkla birkaç kez tekmeleniyor. Bu kısım gerçekten çok ironik ve bir o kadar da üzücüydü. Kitabın ilerleyen kısmında klisenin başındaki adam ve kitabın villain'ı Vorbis ile tanışıyoruz. Bir nevi sosyopat olan Vorbis, kötü adam olarak gerçekten çok başarılı. Kaplumbağa Om, onu şöyle ifade ediyor, bir kaplumbağayı asıl amacı öldürmek için değil de acaba ölecek mi diye güneşin altında ters çevirip bırakan bir adam çok tehlikelidir. Vorbis, filozoflarıyla ünlü, gavur Ephebe'dekileri (bir nevi Antik Yunan) dine ikna etmek ama asıl amacıyla ortadan kaldırmak için oraya diplomatik bir göreve gidiyor. Giderken de yanında kalın kafalı olmasına rağmen, bir nevi fotoğrafik hafızası olan Brutha'yı da alıyor. Tabii Brutha'da bir kutuya koyup Om'u da yanında götürüyor ve böylece asıl macera başlıyor...
Bu postu beni Terry Pratchett ve onun müthiş hayal gücünü kaleme aldığı Discworld serisiyle tanıştıran sevgili Elendor'a adamak istiyorum. İyi ki doğdun, iyi ki varsın! Feliz cumpleaños!
or reload the browser
or reload the browser
or reload the browser
or reload the browser
or reload the browser
or reload the browser
or reload the browser
or reload the browser
or reload the browser
6 Nisan 2021 Salı
Wake me up when corona ends
Bugün benim doğum günüm (hem sarhoşum, hem yastayım, bir bar taburesi üstünde... hehe şaka şaka öğlen öğlen ne sarhoşluğu). O yüzden biraz bucket list tarzı bir yazı yazmak istedim. Bu korona muhabbeti başladığından beri pek çok insanda olduğu gibi benim de hayatımda başaşağı giden şeyler oldu. Ortalamadan daha çok ya da daha az karşılaştıramam elbette, ama en kötü aylarımı geçirdim son 6 aydır. Bu dönemde önceden beni mutlu eden şeyleri düşünmek bazen moralimi az da olsa yerine getirdi. Seyahat etmek, başka ülkeler, şehirler, kültürler, diller, insanlar ve mutfaklar hakkında yeni şeyler görmek ve öğrenmek aslında beni en çok mutlu eden şeylerden biriydi. Maalesef global pandemi sebebiyle buna da ket vuruldu. Bu dönemde kendi kendime içimde gidemediğim için ukte kalan yerleri sık sık düşündüm. Ya zamanım yok dedim, ya biraz daha para biriktireyim dedim, şu kişinin bu kişinin işleri yoluna girsin beraber gideriz dedim, dedim bir sürü bahane buldum ve bazı hayalimde kurup kurup gitmek istediğim yerlere gidemedim. Madem liste halinde postlar daha ilgi çekiyor, bunu da o şekilde yazayım.
1. JAPONYA:
Beni kişisel olarak biraz tanıyıp liste başımın Japonya hatta büyük harflerle JAPONYA olmasına şaşıran olmaz sanırım. 15 yaşından beri Japonya'ya gitmeyi düşlüyorum. 2019 yılında gitmek için plan yapmaya çok yakındım, sonra bir şeyler oldu. Dedim 2020 yılında giderim, ne olacak. Hahaha, ironiye gel. Tüm bunlar olduktan sonra içimdeki ukte o kadar büyüdü ki bazen kendimi ya Japonya'ya gidemedem ölürsem diye düşünürken buldum. Bence hayatta hiçbir şeyi, özellikle gençken bu kadar içimizde ukte bırakmamalıyız. Sınırlar açılsın, gideceğim ilk uzak ülke Japonya olacak, artık yetti!
Aklımdaki gezi planında Tokyo'ya varıp Tokyo'nun meşhur Akihabara, Ikebukuro, Shinjuku, Shibuya ve Harajuku eyaletlerini gezmekle başlamak var (teşekkürler, Tokyo bazlı animeler). Malum anime fandom cenneti olduğu için Akihabara'da mangaları, figüleri, itemleri vs karıştırarak biraz uzunca gezerim gibi geliyor. Güzel bir ramen yenecek yer de bulursam değmeyin keyfime. Makise Kurisu'nun bıçaklandığı ve zaman makinesinin çatısına iniş yaptığı Radio Kaikan binasının önünde de bir fotoğrafım olmalı bence. Sonrasında onsenleri ve rural evleri görmek için Hakone'ye gidip Fuji-sama manzaraları eşliğinde sıcak su kaplıcalarında birkaç gün keyif çatmak isterim. Oradan meşhur Kyoto'ya shinkansen ile geçip önemli müzeleri ve tapınakları gezip sonra da Kyoto'da çok merak ettiğim bambu ormanını turistlerin istila etmediği saatlerde görmek istiyorum. Oradan Nara'ya geçip parktaki geyikleri selamlamak ve saldırıya uğramadan onları beslemek isterim. Sonrasında vaktim varsa Osaka'ya gastronomik bir tura gidip sokakta takoyakileri hüpletip küçük izakayalarda eğlenmek de güzel olurdu. Kısa!? turum bu olurdu, uzun tur için Ghibli stüdyodan taa Okinawa'lara kadar gitmeyi bile düşündüm ama onun için sanırım 1 aydan uzun süreye ihtiyacım var. Bir gideyim de sana Japonya.
2. Meksika:
Biletlerine kadar bakıp sonra vazgeçtiğim ve içimde ukte kalan ikinci destinasyon ise Meksika. Neyse gidene kadar İspanyolcamı ilerleterim diye kendimi avutuyorum. Buraya da nedense Mexico City'den ziyade Cancun'dan varmak daha ucuz biletlerde. O yüzden hayalimde Cancun'un masmavi Karayip sularında birkaç gün keyif çatıp sonra Yucatan bölgesini keşfetmek vardı. Merida ve Tulum çevresindeki Maya tapınaklarını gezmek, güzel cenoteleri görmek, korkmazsam birkaçında yüzmek istiyorum. Mexico City'ye yollanmadan önce Tabasco ve Oaxaca bölgesinde birkaç şehri mümkünse Dia de Los Muertos zamanı gezip bu değişik gündeki kültürel akviteleri gözlemleyip güzel tacolarını ve margaritalarını tatmak isterim. Mexico City de sanırım son durağım olur. Koca kıtadaki en kalabalık en büyük şehirlerden biri olduğu için Mexico City'yi de hakkını vererek birkaç gün gezmek lazım.
3. Peru:
Meksika'dan çok uzak biliyorum, ama ya Meksika'dan sonra bağlantılı olarak ya da ayrı zamanda Peru'yu da gezmeyi çok düşünürüm. İnkaların baş medeniyeti olan Peru'da hem doğa, hem de tarih açısından görülecek çok şey var. Aklıma ilk gelen ilk planlar, Machu Picchu ve Cusco çevresini gezip alpakaları mıncıklamak.
4. Tayland:
Normalde liste başımda yer alan bir yer değildi, Tayland. Fakat iş seyahati için biletlerimi alıp googlemaps üzerinden bir sürü gezi planı yapıp 7-11 süpermarketlerini bile haritada işaretledikten sonra gidemeyince içimde kaldı. Bangkok'ta tapınakları gezip sokak lezzetlerini tatmak, Phi Phi adalarının güzel plajlarının keyfini çıkarmak, 10 dolara yarım saat Thai masajı yaptırmak, onlarca tropik meyveyi deneyememek neden içimde ukte kalmasın ki zaten?
5. Endonezya ve Bali:
Başka görmek istediğim tropik ülke ise Endonezya. 17000 küsür adası, her adasında farklı dil konuşulması, Miyazaki animelerinden kopmuş gibi olan plajları, yanardağları, küçük balıkçı kasabalarıyla hep cazip geldi bana. Bali'yi ayrı yazdım, çünkü biliyorum ki Bali sadece Endonezya'nın budist ve turistik yüzü. Gitmişken Bali'den fazlasını görmek ve hakkını vermek lazım.
6. Granada:
Defalarca İspanya'ya gitmeme, hatta 2017'de Endülüs bölgesinden Sevilla ve Cadiz'e gitmeme rağmen Granada'ya gidemedim, ve bu da içimde ukte kaldı. Bunda k-drama Memories of the Alhambra'yı (Recuerdas de la Alhambra) izlememin etkisi de olabilir. Gidip artık Alhambra'yı görmem, Sierra Nevada'nın karlı tepelerini izlemek, biranın ya da şarabın yanında bedavaya verilen tapalarını yemem lazım.
7. Lizbon:
Geçen sene ve 2019'da gitmek için çok plan yapmama rağmen korona yüzünden yalan olan destinasyonlardan biri de Lizbon. Aslında ne Granada ne de Lizbon seyahatleri imkansız değildi, hatta çok kolaydı, ama demek ki aklındayken hemen yapmak lazımmış. Bu şehiri de İstanbul'a benzeten ya da İstanbul'la karşılaştıran çok oluyor, ama bu benim için ana kriter değil. Güzel sokaklarını gezmek, şehrin karmaşısında kaybolmak ve çok övülen deniz ürünlerini denemek istiyorum. Ah...
1 Nisan 2021 Perşembe
Anime 101: A guide to anime series