31 Ocak 2022 Pazartesi

The Man in the High Castle: Season 1

 


Yayın yılı: 2015-2019

Bölüm sayısı: 4 sezon x 10 bölüm

Benim puanım: 8.5/10

Amazon Prime'dan otuz günlük deneme aboneliği almışken uzun süredir watchlist'imde olan The Man in the High Castle'ı izlemeye başladım. O kadar sardı ki sanırım birinci sezonu üç gün içinde bitirdim. Keşke daha önce izleseydim dedim ama iyi ki izlememişim, bu dönemde daha keyifli oldu. İlk dört bölüm biraz yavaş ve sürünmecedeydi, ama konuyu merak ettiğim için devam ettiğime çok memnun oldum. Benim için bu ocak ayına damgasını vuran bir yapım oldu, o nedendir ki doktora savunmamdan sonra ilk defa bir blog postu yazacak motivasyon buldum.

Konusuna gelirsek; 2. Dünya Savaşı'nın Japonlar ve Naziler tarafından kazanıldığı ve Nazilerle Japonların ortak kurduğu ve dünyayı genel hatlarıyla ortadan ikiye ayıran güçler dengesine sahip, alternatif bir evreni, bir nevi bir distopyayı konu alıyor. Neden direkt alternatif evren dediğime birazdan geleceğim. Savaş sonrasında Sovyetler Birliği'ne ne olduğu çok açıklanmıyor ama 1949'da güya Stalin idam edilmiş. ABD, west coast Pacific Japan ve east coast ise Nazi birliği Reich olacak şekilde ikiye ayrılmış. Detaylar için şu fan yapımı haritaya bakılabilir; Dünya haritası.  Her ne kadar Japonlar ve Naziler birlik içinde gözükse de aralarında soğuk bir savaş var. Japonlar hala emperyal Japonya'nın geleneklerini sürdüren muhafazakar bir hükümetken, Naziler ses hızında uçakları 1960'larda aktif olarak kullacak teknolojiye sahipler. Teknolojideki bu dengesizlik, Japonlarda Naziler tarafından başlatılacak yeni bir savaşta yenilecekleri korkusunu oluşturmuş. Bu sebeple olacak ki Nazi birliğindeki ayrılıkçı güçler Hitler'den kurtulup Japonya'yı vurmak için günlerini iple çekiyorlar.

Ana karakterimiz Juliana Crain, Pacific Japan San Francisco'sunda Japonların hükmettiği bölgede boyunduruk altında yaşayan halktan biri. Her ne kadar Japonca öğrenip Aikido derslerine katılıp yeni düzene adapte olmaya çalışsa da hep bir şeylerin daha iyi olabileceğine inanan bir karakter. Bir gün evden kaçan kız kardeşinin direniş grubuna katıldığını öğreniyor ve polisten kaçan kardeşinin vurulmadan önce ona verdiği bir film makarasıyla hayatı değişiyor. Bu film makaralarının, Yüksek Şatodaki Adam (The Man in the High Castle) lakabında bir adam tarafından dağıtıldığı bilgisi halk arasında zaten dolaşıyor. Hitler, bizzat filmlerin toplantılmasını emretmiş ve filmleri bulundurmak en büyük suç grubuna girmiş. Juliana'nın eline geçen filmde, tarihin aksine, savaşın çok gerçekçi bir şekilde Amerika tarafında kazanıldığı gösteriliyor. Bu sonrasında direkt spoilerları bile okumadan bende The Man in the High Castle'ın başka bir alternatif gerçeklikten bu filmleri yaydığı izlenimini uyandırmıştı. Sanırım yanılmamışım ki dizi diğer sezonlarda başka alternatif evrenleri de konu alıyormuş dizi. Eee benim bu diziyi sevmem için bir sürü kriter de burada bağlanmış ki zaten. Alternatif evrenler, Japonca, distopya, bilimkurgu ve tarihi politik dengeler!

Fakat dizi bir what if kurgusudan öte, polarize olmayan, gayet gri ve gerçekçi ve ilginç karakterlere sahip, politik ve sosyoekonomik düzeni ayrıntı şekilde yansıtan son derece başarılı bir kurgu olmuş. Sanırım bunu sağlam bir temel, yani 1962'de yayınlanan aynı isimli Philip K. Dick'in romanını referans almasına borçlu.  Genel hatlarıyla 1. sezon yorumlası yapmak yerine, çok başarılı bulduğum karakter dizaynlarından topluca bahsetmek istiyorum:

Juliana Craine: Dizideki ana karakter ve maalesef az sayıdaki kadın karakterlerden biri olmasına rağmen pek ilgimi çekmeyen karakterlerden biri oldu. Karakteri canlandıran oyuncu Alexa Davalos, oysa ki çok hoş ve güzel bir kadın. Juliana, dizide hep kardeşinin başına gelenleri anlamak ve onun intikamını almak için direniş grubuna katıldığını söylese de ben onu bunu daha çok kendi hırsı ve kendi bencil emelleri için yaptığını düşünüyorum. Bu açıdan da bir nevi empati kurabiliyorum. Sanırım Juliana'yı en iyi Tagomi tanımlıyordu; aşağı bir göreve tamah etmiş yüksek yetenekli biri, ileride olacaklarda rolü olan önemli bir biri. İlk sezon itabariyle kendisini biraz greater good kompleksli bir karakter olarak gördüm. Ne yapacağını bilmeyen, kafası karışık bir karakter.

Frank Frink: Acaba yazar bu isim ve soyisim kombinasyonunu çok düşündü mü? Frank, Yahudi bir aileden gelen ve bunu gizlemek zorunda olan, sanatçı ruhlu, iyi bir adam. Biraz da Juliana'ya olan sevgisinden ve yumuşak yürekliliğinden ilk sezonda başına gelmeyen kalmıyor. Kendisinden daha da saf iyi olan bir karakter varsa o da silah üretimi fabrikasında beraber çalıştığı arkadaşı Ed'dir herhalde. Neyse, Frank, 1.sezonda olaylar karışmadan önce Juliana'nın beraber yaşadığı erkek arkadaşı.  Neyse, Frank'in tek falsosu ve karanlık tarafını The Crown Prince'i öldürme amacıyla tabanca yapıp küçük bir Japon çocukla göz göze geldiği için bunu yapamadığı sahnede görüyoruz. Yine de iyilik tarafından henüz taviz vermedi. Şahsen yerinde olsam binbir güçlükle elde ettiğim ve kaçmak için kullanacağım parayı Juliana'nın flörtü Joe'yu yakuzadan kurtarmak için de çar çur etmezdim, misal. Bilmiyorum, belki de bu yüzden ilerideki sezonlarda Frank'in daha çok karanlık tarafını görebiliceğiz, bekleyelim görelim.

Joe Blake: Şimdiye kadar en az sevdiğim karakter ise Joe oldu. Tipik bir Amerikalı görüntüsünde, yavşak birisi. Direnişten biriymiş rolü yapan gizli bir Nazi ajanı. Çocuklu bir kadınla ilişkisi olmasına rağmen dizinin başından beri Juliana'ya göz koydu. İlk sezon itibariyle ne yapacağını bilmeyen, hangi tarafta olacağını kestiremeyen bir imaj çizdi (ki sanırım aynı sebepten dolayı Juliana'yla bir empati bağı kurdular). Sanırım daddy issues'tan müzdarip olduğu için John Smith'i bir nevi babası gibi görüyor. Alternatif evrenlerden birini gösteren bir film makarasında Joe'yu Frank'i infaz eden bir Nazi subayı olarak görüyoruz. Sırf bu bile kendisini sevmemek için yeterli.

John Smith:  Gelelim dizinin en ilginç ve en gri karakterine. John Smith, Joe'nun görev aldığı misyonu da yöneten Nazi generallerinden biri. Ailesine aşırı düşkün, babacan bir karakter. Bu yüzden olacaktır ki Nazi generali olarak işlediği tüm suçları 'ailemi korumak için yaptım ve yapacağım' bahanesinin arkasına sığınarak savunuyor. Rudolph ile yaptığı bir diyalogda aslında yaptıklarından pişman ama bunu inkar eden biri olduğu izlenimini verdi. Aslında mükemmel bir Milgram deneyi örneği olurmuş, yani oteriteye itaat için  her şeyi yapabilen ve suçluluk duygusundan bu sayede kaçabilen ama özünde psikopat olmayan biri. Bu kadar fanatik bir Nazi'yken hem kardeşi hem de oğlunun otoimmün hastalığının olması ve engelli olması riskine karşılık otoriteler öldürmeden oğlunu öldürmek zorunda olması ilginç bir karakter dilemması olmuş.

Söylemeden geçemeyeceğim, aktorün tipi neden acaba La Casa de Papel'deki Berlin'e bu kadar benziyor? Oysa teki İspanyol, diğeri İngiliz aktörler..

Tagomi-san:  İlk sezonda en favorim ise bu tonton Japon amca oldu. Nobusuke Tagomi, önemli bir politik figür olan bir Pasifik Japonya'nın ticaret bakanı. Temiz kalpli, hatta bu dünya için fazla iyi diye tanımlanabilecek bir nahiflikte, ama biraz batıl inançlı biri. Çubukları atarak ve meditasyon yaparak hep barışçıl ve iyi niyetli kararlar almaya çalışsa da yaşadığı dünyadaki güçler dengesi yüzünden sık sık bocalıyor. Bana biraz Murakami'nin Kafka Sahil'deki kitabındaki yine tonton, temiz kalpli ve batıl inançlı karakteri Nakata amcayı anımsattı yer yer. Sezon finalinde Juliana'nın kolyesiyle meditasyon yaparken kendini Amerika'nın savaşı kazandığı alternatif evrende bulması biraz komik oldu.

Kempeitai Kido: Kendisine bol bol gıcık olmamıza rağmen (şahsen yuvarlak gözlüklerine doğru okkalı bir yumruk savurasım çok geldi), yine ilginç bir gri tonda olan bir karakter ise Kempeitai polis komiseri, Kido-san oldu. Görevine sıkı sıkıya bağlı olan Kido, biraz kalın kafalı ama ülkesinin iyiliği ve çıkabilecek yeni bir savaşı önlemek için bile bile seppuku yapmayı göze alabilecek kadar da onurlu biri. Bana sık sık Monster animesinde Dr. Tenma'yla kafayı bozan, dedektif polis Lunge'yi hatırlattı. Tıpkı Lunge'nin Tenma'yı takıntı haline getimesi gibi, içten içe suçsuz olduğu bile bile Kido da Frank'i takıntı haline getirdi tüm sezon boyunca.

Rudolph Wegener: John Smith ile savaşın kazanılmasında önemli bir rol oynamış bir Nazi generali. John'un aksine yaptıklarından çok pişman ve bunu inkar etmiyor. O yüzden sezon başında Tagomi-san ile birlik olup Naziler ve Japon İmparatorluğu arasında çıkacak olan bir savaşı önlemek için Japonlar için casusluk yapıyor. Fakat yakalanınca, Naziler arasındaki ayrılıkçı güçler tarafından Hitler'in suikastinde görevlendiriliyor. Bunda da başarısız olunca bizzat Hitler tarafından ailesini korumak için intihara zorlanıyor. Muhtemelen günümüz tarahinde yine bir Nazi generali olan ve Hitler'in suikastinde başarısız olunca gizlice intihara zorlanan Erwin Rommel karakteri esas alınarak yazılan bir karakter.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder